KUR'AN-I ANLAMA METODU

AKEVLER HAREKETİNİN

DÖNÜM NOKTALARI TAKVİMİ

 

İLMÎ - İKTİSADÎ - AHLÂKÎ - SİYASÎ FAALİYETLER

 

1967

AKEVLER KURULDU

 

1969

I. DİYALOG:

AKEVLER-BAĞIMSIZLAR

BAĞIMSIZLAR HAREKETİ

 

1970

MNP KURULDU

AK-YAY Mühendislik ve Müşavirlik Bürosu

 

1972

MSP KURULDU

TEK YOL DERGİSİ

 

1975

AK YOL NEŞRİYAT VE MATBAACILIK

AK-YAY KAYNAK YAYINLARI

 

1976

II. DİYALOG:

AKEVLER-MSP

 

1977

AKEVLER BÜLTENİ

ABAM KURULDU

KİTAPLAR ...

 

1980

12 EYLÜL MÜDAHALESİ

 

1983

RP KURULDU

 

1985

ÇELİK-DÖKÜM FABRİKASI

 

1986

III. DİYALOG: AKEVLER-RP;

'ADİL DÜZEN' PROJESİ

 

1991

BİŞKEK/ KIRGIZİSTAN HİCRETİ

KİTAPLAR ...  KİTAPLAR ...

 

1997

30. YIL HAMLESİ

KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ BAŞLADI…

 

 

AKEVLER KOOPERATİFİ, 1960'lı yılların başında başlayan ön hazırlıklardan sonra, 'çalışmada ve yaşamada birbirleriyle anlaşabilecek insanları bir araya getirerek, aralarında ilmî, ahlâkî, iktisadî ve sosyal yardımlaşma ve dayanışmayı gerçekleştirmek gayesiyle' 1967 yılında Yük. Elekt. Müh. Süleyman Karagülle ve on arkadaşı tarafından İzmir/ Yeşilyurt'ta resmen kuruldu. Prof. Dr. Ahmed Tahir Satoğlu ilk başkan oldu ve yaklaşık on yıl bu görevini sürdürdü. AKEVLER SİTESİ, bu dönemde Süleyman Karagülle'nin müteahhitliğinde inşa edilmeye başlandı.

 

BAĞIMSIZLAR HAREKETİ, siyasete atılması özellikle Süleyman Karagülle tarafından da ısrarla teşvik edilen Necmeddin Erbakan tarafından gerçekleştirildi. AKEVLER kurucularından Süleyman Karagülle, Aydın ilinde; Ömer Faruk Yeğin de İstanbul'da adayı oldular. Sadece Necmettin Erbakan Konya'dan milletvekili seçildi ve parlamentoya girdi.(1969)

 

MNP ve MSP, İzmir ve Ege teşkilâtları AKEVLER/ AK-YAY önderliğinde ve rehberliğinde kuruldu. Süleyman Karagülle, M. Gündüz Sevilgen, M. Adil Aktuğ ve Reşat Nuri Erol tarafından kurulan AK-YAY Mühendislik ve Müşavirlik Bürosu, hareketin karargâh merkezi oldu. Süleyman Karagülle İzmir İl Başkanı, M. Adil Aktuğ Merkez İlçe Başkanı, Reşat Nuri Erol Gençlik Kolu Başkanı oldu. (1972-73) M. Gündüz Sevilgen Manisa'dan milletvekili seçildi. 15 günlük TEK YOL DERGİSİ M. G. Sevilgen, S. Karagülle ve R.N. Erol tarafından çıkarıldı.(1973) AKEVLER BÜLTENİ S. Karagülle ve R.N. Erol tarafından yayımlandı. AK YOL (R.N. Erol) ve KAYNAK (Fehmi Koru) yayınevlerinde ilk önemli kitaplar yayımlandı.(1976-77)

 

AKEVLER MODELİ, S. Karagülle, M. Adil Aktuğ ve R. N. Erol tarafından, MSP Genel Başkanı ve Başbakan Yardımcısı Necmeddin Erbakan'a anlatılmaya çalışıldı...(1976)

 

ABAM (AKEVLER-Akdeniz Bilimsel Araştırma Merkezi), Arif Ersoy ve Süleyman Akdemir önderliğinde on kadar akademisyen ve genç araştırmacı tarafından kuruldu ve Akevler Modeli çerçevesindeki ilk ilmî çalışmalarını yapıp yayımlamaya başladı.(1977)

 

12 Eylül 1980 Müdahalesi, birkaç yıl süren fetret dönemine sebebiyet verdi. Reşat N. Erol S. Arabistan'a gitti.(1981-1988)

 

ÖZDEMİR ÇELİK-DÖKÜM FABRİKASI'ın mülkiyeti ve yönetimi, büyük mücadelelerden sonra AKEVLER tarafından devralındı ve 'Akevler Modeli' uygulanarak ilk deneme üretimleri yapıldı.(1985)

 

ABAM EKİBİ (Süleyman Karagülle, Arif Ersoy, Süleyman Akdemir, Ali Sayı, Ali Erişen, Reşat Nuri Erol ve genç arkadaşlar) Prof. Dr. Necmettin Erbakan'a AKEVLER MODELİ'ni takdim ettiler ve 'ADİL DÜZEN' projesi ortaya çıktı. Böylece yeni bir diyalog dönemi başlamış oldu.(1986)

 

ORTA ASYA HİCRETİ (Kırgızistan-Bişkek), Türkiye'de çalışma ve uygulama imkânlarının yeterli seviyede olmaması; aynı zamanda 70 yıllık zulüm altında kalmış olan hicret edilen bölgedeki kardeşlerimize tebliğ yapılması amacıyla Süleyman Karagülle, Süleyman Akdemir, Arif Ersoy, M. Adil Aktuğ ve Hüseyin Kayahan tarafından gerçekleştirildi.(1991)

 

30. YIL HAMLESİ (1967-1997) başlatıldı. İlmî çalışmalar yoğunlaştırıldı ve kitaplar 'AKEVLER KÜLLİYATI' ismiyle seriler hâlinde bir bütün olarak yayımlanmaya başlandı. Üstad Süleyman Karagülle, Kırgızistan'dan Türkiye'ye kesin dönüş yaptı.(1997)

İstanbul’da KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ başladı… (1997)



TAKDİM

 

"DAHA İYİSİ ORTAYA KONMADIKÇA,

ELEŞTİRİLER BİR ŞEY İFADE ETMEZ."

SÜLEYMAN KARAGÜLLE


 

RAHMAN SURESİ

Bismillahirrahmanirrahim.

Rahman ve Rahim Allah'ın ismi ile.

1. Rahman.

2. Kur'ân'ı öğretti.

3. İnsanı yarattı.

4. Ona beyanı öğretti.

5. Güneş ve Ay hesap iledir.

6. Yıldızlar ve ağaçlar secde etmektedir.

7. Gök' e gelince, onu yükseltmiş ve dengeyi koymuştur.

8. Dengede taşkınlık yapmayasınız diye.

9. Tartıyı kıst (doğruluk) ile yapın ve dengeyi bozmayın.

 

 

Kur'ân - kâinat - insanı yaratıp beyanı öğreten ve dengeyi kuran; rehber olarak insanlara peygamberler gönderen; ilim adamlarını peygamberlerin vârisi kılan Cenab-ı Allah'a hamd; Son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.) ve ashâbına sonsuz salât ve selâm olsun.

 

"Bismillahirrahmanirrahim" diyor; 'Rahman ve Rahim Allah'ın ismi ile' başlıyor, 'Bismillah' ile devam ediyor, yine 'Bismillah' ile genişleyip yayılan hareket ve hamlelerimizi, en sonunda hakka dayalı bir dünya düzeninin gerçekleşmesi dua ve dileğiyle 'Elhamdülillah' ile taçlandırıyoruz.

Müslümanların her işlerinin başında ve sonunda kullandıkları bu ifadelerin, 'Besmele' ve 'Hamdele'nin, farklı ve geniş açılımlarını, değişik bir bakış açısı ihtiva eden açıklamalarını, bu kitabımızda en geniş ve en güzel detayları ile bulacağınızı ümid ediyoruz.

Çalışma ve çabalarımız, her şeyden önce Allah içindir.

İlmî araştırma, iyi niyet ve ihlâsa dayanmaktadır.

İnsanlara faydalı olmayı amaçlamaktadır.

Bunu açıklıkla ve samimiyetle ifade ediyoruz.

Dünyada her şey değiştiği gibi, değişimin ile dönüşümün hızı ve niteliği de değişti. Günümüz dünyası artık geçmişle kıyaslanamayacak kadar farklı bir dünyadır. Sorunları farklıdır ve buna bağlı olarak çözümleri de farklı olacaktır. Bütün mesele, bu farklı sorunları kavrayabilmek ve çağdaş çözümler üretebilmektir. İlk insan Hz. Adem (a.s.)'dan beri insanlığın sorunlarını çözmek üzere gönderilen peygamberler devri kapandığına göre, artık iş başa kalmış demektir. Kendi derdimizin devasını ve dermanını yine bizzat kendimiz bulacağız. Bunu gerçekleştirmek için elimizde 'akıl' ve 'nakil' gibi yani 'ilim' ve 'kitap' gibi iki nimet var. Bu nimetleri değerlendirmeli ve çağımızın sorunlarını çözmeliyiz.

Bu kitabımız, bu mütevazi çalışmamız, diğerleri gibi bu yolda atılmış küçük bir adımdır. Ardından diğerleri gelecektir. Okunmasını, anlaşılmasını, doğru taraflarının uygulanıp yanlışlarının atılmasını ve böylece hayırlara vesile olmasını diliyoruz.

 

AKEVLER, kuruluşunun 30. YILI münasebetiyle, yeni bir dönemi yeni bir ilmî hamle ile başlatıyor.

 

AKEVLER KÜLLİYATI, yeni dönemde dört veya beş seri hâlinde yayımlanacak olan kitaplarımızın genel ismi olacaktır.

 

KUR'ÂN'I ANLAMA METODU, 'Kur'ân Serisi'nin ilk kitabı olarak yayımlanıyor.

 

İSLÂMİYET'İ ANLAMA METODU, hemen bu kitabımızın ardından 'İslâmiyet Serisi'nin ilk kitabı olarak yayımlanacaktır.

 

İSLÂM DEVLET VE DÜNYA DÜZENİ kitabımız (büyük boy ve iki cilt olarak), yukarıdaki ilk iki kitabımız sayesinde daha iyi ve daha kolay anlaşılmış olacağından, bu kitaplarımızdan sonra 'Sistem Serisi'nin ilk kitabı olarak yayımlanacaktır.

 

Bizi ve bizim çalışmalarımızı, yolumuzu ve yordamımızı, usûl ve üslûbumuzu, metodumuzu ve meselelere bakış açımızı bilmek isteyenler; her şeyden önce bu öncü kitaplarımızı, önyargılardan uzak olan derin bir dikkat ile okumalıdırlar. Ancak bundan sonra diğer çalışmalarımızda daha yararlı bir gezintiye çıkabilir ve asıl anlatmak istediğimiz konularda derinleşebilirler. Öyle ümid ediyoruz ki, işte o zaman bizi ve ne demek istediğimizi gerçek ve olması gereken boyutları ile anlayabileceklerdir. Elbette sadece bizim bir şeyler bilmemiz, anlamamız ve anlatmaya çalışmamız yeterli değildir. Bildiklerimizi birbirimizle paylaşmamız ve hep birlikte yapılması gerekenleri yapmamız gerekiyor. Zira ele aldığımız ve sözünü ettiğimiz meseleler, sadece bizim değil, hepimizin problemi. Problem ve meseleler anonim olduğuna göre, çözüm de anonim olmak zorunda. Burada bu vesile ile Mevlâna'nın şu özdeyişini hatırlatmadan geçemiyoruz: "Ne kadar bilirsen bil, söylediklerin karşındakinin anlayabildiği kadardır."

 

Kendi açımızdan maziye şöyle bir baktığımızda, bu anlama ve anlatma seviyesine ulaşabilmek için uzun zaman bekledik. Bizzat yaşayarak ve aynı zamanda yaşatmaya çalışarak, uzun yıllar arkadaşlarımızla birlikte çalıştık. Aradan yıllar geçti. Şimdi tatlı bir telaş ve acelecilik içindeyiz. Artık birikimimizi sizlerle de paylaşmak istiyoruz. Belli bir başlangıçtan günümüze kadar, aradan tam 30 yıl geçti. Tablolarımızı bugünkü şekliyle resmedebilmek ve bu güzellikleriyle sizlere sunmak için 30 yıl bekledik.

Çile, çaba, araştırma, deneme, uygulama, tavsiye, tebliğ, sabır… v.s. ile geçen 30 yıl.

Bugün, üç nesil bir arada olduğumuz hâlde, hâlâ hakkı tavsiye etme, tebliğ etme ve hemen sonrasında sabırla sebat etme yolundaki bu yürüyüşümüze devam ediyoruz. Yakında, dördüncü nesil bile bizlere katılmak üzere. Çile, çaba, sabır ve sebat olmadan tekevvün ve inşa olmuyor. Bu çile yumağı ard arda gelen birkaç nesli topyekün kapsamak üzere. Bu sevda, onların gönlüne de bir karasevda gibi giriverdiğinde, olması gereken olacaktır inşaallah. İlk İslâm Medeniyeti'nin yani ilk Kur’an Medeniyeti’nin dört asırda kurulduğu düşünüldüğünde, bizler daha yolun başında ve başlangıcındayız demektir.

 

Yeni bir dünyanın, yeni bir dünya düzeninin, hakka dayalı dünya görüşünün hükümran olacağı yeni bir medeniyetin eşiğine gelip dayandığımız apaçık ortada. Hattâ bizim gibi yıllardır bu meselelerde derinleşenlerin, artık bu sırlı kapıdan içeriye buyur edildikleri ayan beyan görülüyor. Anlayan akıllar ve gören gözler için bu durum hiç de ırak yani uzak ve garip değil. Ama anlamak ve görmek için 30 yıllık çileli ve sabırlı bir çaba sarf etmek gerekiyor. Sistem 'ithal' edilemeyip 'inşa' edilmesi gerektiğine göre, iş başa kalmış demektir ve tarafımızdan yapılmaya çalışılan da budur.

Bizler, üzerimize düştüğü kadarıyla acizane bu görevi yerine getirmeye çalışıyoruz. Başka birileri bu görevi yerine getirmedikçe, doğrusunu söylemek gerekirse, artık mütevazi olmanın da hiç bir âlemi ve anlamı yok; gereği de yok; gerekçesi de yoktur... Artık muhterem üstadımızın da dediği gibi; "Daha iyisi ortaya konmadıkça, eleştirilerin de hiç bir değeri yoktur."

 

Bugüne kadar bizleri yakından tanımış olanlar, hep acele eder gibi, sabırsız gibi, inatçı ve ısrarcı gibi... veya kendi anlayışlarına göre bizleri herhangi başka bir şekilde tanıyor ve hatırlıyor olabilirler. Öyle inanıyoruz ki, yaptığımız araştırmalar sonucunda bizim anladıklarımızı anlasalardı, bizim bildiklerimizi onlar da bilselerdi, ulaştığımız sonuçlara onlar da ulaşmış olsalardı; eminiz ki en az bizim gibi davranır ve diğer insanlar üzerinde bizimkine benzer bir izlenim bırakırlardı. Elbette bizler de diğer insanlar gibi tedriciliğin ne olduğunu ve olması gerekenin şartlar olgunlaşmadıkça olmayacağını çok iyi bilenlerdeniz. Acele ediyor gibi görünüyorsak da, ünlü bir şair ve eleştirmenin de veciz bir şekilde dediği gibi; yavaş yavaş acele ediyoruz. “Yavaş yavaş acele etmek” ne demek? Planlı ve programlı bir acelecilik ve çabukluk, iradeli ve ısrarlı bir sabır ve sebat, mükemmeli yakalamak amacıyla bir ömre sığdırılmaya çalışılan tatlı bir telaş...

 

Ümmet, ilk dört asırda hızlı bir değişimle gerçekleştirilen eşsiz bir medeniyetin bânisi olduktan sonra, yaklaşık olarak bin yıl süren nisbeten daha durgun bir dönemi yaşamaya başladı. Böylesine mükemmel bir medeniyeti kurduktan sonra, asırlar boyu ümmetin acele etmesini gerektirecek bir problemi yoktu. Ancak son asırlarda devran döndü ve durum değişti. Batı Medeniyeti, dört-beş asır önce başladığı sür'at koşusunu tamamlayarak çağımızda zirveye tırmandı. Artık onların durma ve duraklama, bizim ise hızla harekete geçme ve koşma zamanımızdır. Biz, her hayırlı işte olduğu gibi ele aldığımız konularda da, şartları tamam olduğunda ve kemale erip olgunlaştığında acele edilmesi gerektiği kanaatindeyiz.

 

Elbette asırlar önce "Erişir menzil-i maksûduna âheste giden" diyerek bizi uyaran Hatemî'ye saygımız sonsuz. Ancak, bizim çağımıza daha yakın olan, bizim problemlerimizi bilen ve yaşayan şairlerimizin sözlerine kulak vererek onlara da saygıda kusur etmemeliyiz:


Yoktur tahammülüm yetişir gayrı ey felek

Bâr-ı belâ mı çekmeye geldim cihâne ben?

Sünbülzâde Vehbî


Dolaş da yırtıcı aslan kesil behey miskin

Niçin yatıp kötürüm tilki olmak istersin.

Mehmet Akif Ersoy

Hey gidi küheylan koşmana bak sen

Çatlarsan doğuran kısrak utansın.

Necip Fazıl Kısakürek

 

Şairlerimizin veciz olarak ifade ettikleri bu anlayışla biz de koşumuza, yeni dönemdeki ilmî hamlemize, 'Kur'ân Serisi' ile başlıyor, ilk kitabımız olarak 'Kur'ân'ı Anlama Metodu'nu yayımlıyor, daha sonra Allah'ın izniyle diğer serilerimize ve bu serilerdeki kitaplarımıza geçiyoruz...

Ya sonra?

Ya bundan sonrası ne olacaktır?

Yapacaklarımızı planlamak ve bu satırları yazmak üzere derin düşüncelere daldığımız günlerde, beş yıldır Kırgızistan/ Bişkek'te bulunan Üstad Süleyman Karagülle'den bir mektup geldi. Mektubun bir bölümünde, adeta bundan sonra yapmayı düşündüklerimize veya yapmamız gerekenlere işaret ediliyordu:

"Bu şartlar altında buralarda (Kırgızistan'da) şimdilik şeriata göre bir iş kurmanın mümkün olmadığı kanaatine vardım ve ne yapacağımı da bilemediğim için "Haseneler seyyieleri giderir" âyetine sığınarak, elimden gelen hayrı yapmaya başladım.

Dört mezhep üzerindeki FIKIH KİTABInı soru - cevaplar hâlinde çevirdim ve kendi görüşlerimi ilâve ettim.

Hamdolsun, birinci yazdıklarım bitti.

Sonra, 'USÛL' yazmaya başladım.

Usûlün faydası, dağınık konular orada toplanabilecektir. Şimdi onunla meşgulüm.

Artık, uygulaması bundan sonra, hattâ sizden sonrakilere kalmak üzere, kitaplar yazmaya başladım.

Bundan sonra bu çalışmayı yapmak istiyorum..."

Mektup, şu satırlarla başlıyor:

"İslâmiyet'i ilk olarak memleketimde (Borçka/Artvin) tebliğ etmeye başladım. (1950'li yıllar) Halkın reaksiyonları, Kur'ân'da söylenenlere uyuyordu...

Sonra İzmir'de işe başladık ve AKEVLER'i kurduk. (1960-70-80'li yıllar) Kur'ân'ın haber verdikleri bir bir olmuş ve sonuca varılmıştı...

Nafile olarak bu tebliğe Bişkek'de başladım. (1990'lı yıllar) Burası tam cahiliye dönemi. Buralarda gerçekten başarılı olabilmek için benim sahip bulunduğum bilgiye sahip olup kırk-elli yaşlarında olmalı. Burası tebliğe en çok muhtaç, en çok da müsait bir yer. Ancak..."

 

Evet, Üstadımız Süleyman Karagülle açısından bakıldığında, tebliğ ile geçen tam 50 YIL; bizim açımızdan bakıldığında tam 30 YIL geride kalmış. Kur'ân, kâinat, insan, sistem araştırmaları ve uygulama çalışmaları,.. ile; tebliğ, hakkı tavsiye, çile, çaba, sabır, sebat, .. ile; bizleri yaratan, Kur'ân'ı öğreten Yüce Rabb'imizin emrettiği sırât-ı mustakîm üzere ve Son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.)'in gösterdiği yolda geçen yıllar...

 

'Kur'ân Serisi' içinde yayımlayacağımız 'Kur'ân Etrafında Makaleler' kitabının önsözünde Dr. Ali Sayı arkadaşımız, bizim Kur'ân ile ilgili görüş ve anlayışımızı kısaca şöyle özetlemiş:

"Kur'ân'ın, insanı cezbeden ahengi, dahasına ulaşılamaz gibi görünen derinliği, insan ruhunun önüne serilen üslûbu ve mefhumları akla yaklaştırmakta insanı heyecanlandıran üstün belağatı ile; yaşanan hayatın ve ötesinin sırlarını çözmeye yönelmiş akıllar için benzersiz bir kaynak olduğu görülür. Bu yönüyle insanlık Kur'ân'ı kıraat edemediği, ondaki beyana muhatap kılınmadığı sürece kayıptadır. Bu nedenle de onun aşıladığı sevgi, iman, kendini aşma ve yüce esaslar uğruna hizmet etme niteliklerinden mahrum kalır.

Gerçekten günümüz dünyasında yaşananlar söylenenleri teyid eder durumdadır. Niteliksiz ve derinliksiz kişi ve yönetimlerin yaşantımızı getirip soktuğu çıkmaz, artık yerel bir olay olmaktan çıkmış, evrensel problemler hâlinde tüm insanlığı yeni arayışlara ve çözümlere yönlendirecek derecede ağırlık kazanmıştır. Bu durum, şimdiye kadar yaşanan tüm acı ve ıstırapların tek olumlu sonucudur. Muhakkak Allah, mekr edenlerin yani strateji çizenlerin en hayırlısıdır.

Problemlerin artması, insanlığın kendisini soluklandıracak olan özgürlüğünü elinden alan ve hiç bir şekilde kendisine seçme hakkı tanımayan, bunu önce baskı yolu ile sonra da bilgisiz bırakarak veya yanlış bilgilendirerek yapan Batı Medeniyeti'ni sorgulamaya başlamıştır. Ancak, onlara karşı yeni alternatifler üretilmediği takdirde, onların insanlar ve toplumlar üzerindeki etkinliklerine son vermek de mümkün değildir.

Bunun için tek çözümün Kur'ân'ın anlaşılmasından geçtiği her Kur'ân mü'mini tarafından söylenmektedir. Ancak Kur'ân mü'minleri, bu itirafın tüm insanlık tarafından yapılması şartlarını var etmekle de yükümlüdürler. Bu ise her şeyden önce Kur'ân'ın yorumlanması yöntemlerini önümüze getirmektedir. Bu usûl (metod) ile ilgilidir. Bu konuda Kur'ân Tefsiri Tarihi son derece önemli bir birikimi bize aktarmaktadır. Ancak bu klasik birikimin günümüze taşınması, günümüzde meydana gelen gelişmeler çerçevesinde değerlendirilmesi ve şartlara uyarlanması gerekir..."

 

Kur'ân, kendisine inanan ve gönül verenleri, dareynde yani dünya ve ahirette, ulaşmaları gereken yüce hedeflere ulaştıran ilâhî bir kitaptır. Kur'ân, insanoğlunu fert, aile, aşiret, kabile, şa'b, kavm, ümmet ve beşeriyet olarak; diğer bir ifadeyle devlet ve dünya düzeni olarak; yani hayatın her alanında ve her seviyesinde çözümler ihtiva eden eşsiz bir kitaptır. Kur'ân 14 asır önce nâzil olmuştur, ilk 4 asırda çok iyi anlaşılmıştır ve bu anlayışa dayanan eşsiz bir medeniyetin kurulmasına vesile olmuştur. Ancak, daha sonraki asırlarda ve özellikle de günümüzde, olması gereken boyutu ve şekliyle anlaşıldığı söylenemez. Anlaşılamayınca, hayata uygulanamamış ve asırların ardından günümüz sorunlar dünyasına gelinmiştir. Artık 'Kur'ân'ın Anlaşılmasına Doğru' diye ifade edebileceğimiz yola yeniden girmemiz gerekiyor.


Bu kadar uzun zamandır beklediğimiz, yerimizde saydığımız, geri kaldığımız veya geciktiğimiz yeter. Bin yıldır bekliyoruz. Yeniden yola koyulmanın ya da yeni bir koşuya başlamanın tam zamanıdır. Bu yola girdikten sonra da, Kur'ân ile ilgili kitaplar hazırlamak, Kur'ân Kitaplığı, Kur'ân Külliyatı, Kur'ân Kütüphanesi, Kur'ân Külliyesi, Kur'ân Vakfı,.. ve şimdilik burada ifade edemeyeceğimiz diğer adımları atmak gerekiyor. Dünyanın ve dünya düzeninin bozulan dengesini yeniden kurmamız gerekiyor.


Her şey bu takdim yazımızın başına aldığımız Rahman Suresi'nde ne kadar da güzel özetlenmiş. Rahman, Kur'ân, insan, insana öğretilen beyan, kâinat ve mizan yani denge. Bütün mesele bu dengeyi kavrayabilmekte ve gereğini yerine getirebilmekte. Kitabımızın ikinci bölümünde, bu surenin başındaki sözkonusu ayetlerin farklı tefsirini bulacaksınız. Sadece Rahman Suresi'nde değil, diğer surelerde de benzer hatırlatmaları görmek mümkün:


"Kitabı ve mizanı hak olarak indiren Allah'tır."(Şûra[42];17)


"Andolsun biz peygamberlerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların adaleti yerine getirmeleri için beraberinde kitabı ve mizanı indirdik."(Hadid[57];25)

 

"Bir ben vardır benden içerû" diyen Yunus Emre'yi sadece ehlinin değil, artık bizim de anlamaya çalışmamız gerekiyor. Ünlü şairimiz, daha kolay anlaşılır olan diğer bir deyişinde şöyle diyor:

İlim ilim bilmektir

İlim kendin bilmektir

Sen kendin bilmezsen

Bu nice okumaktır?

İnsan kendine, kendi yapısına, yaradılışındaki mükemmel bütünlüğe niçin bakmıyor? Bu eşsiz ve eksiksiz varlığa neden dikkat etmiyor? İnsan vücudundaki her organın ve her şeyin yerli yerinde olması, tesadüf ile açıklanabilir mi? Yine milyarlarca insanın yani bütün insanların aynı güzellikte yaratılmış olması düşündürücü değil midir?


Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen

Merdüm-i dilde-i ekvam olan Adem'sin sen.

(Kendine dikkatle bak, hoşça bak. Âlemlerin özü sensin.

Kâinatın içinde gizli olduğu gözbebeği olan insanoğlusun sen.)

Şeyh Galip


İnsan kendini, Kitab’ı ve Kâinat’ı bilmek zorunda. Bunları dengeli ve olması gereken bir şekilde bilmezse ne olur? Uzun söze ne gerek var. Bunu anlamak için çağımızda içinde bulunduğumuz hâlimize şöyle bir bakmak veya çağımız sorunlarına kısa bir nazar atfetmek yeter.


Dörtyüz yıl önce doğan Descartes, 'büyük kâinat kitab’ı' diyor. Galile, kâinatı bir kitaba benzetiyor ve bu kitabın dilinin matematik olduğunu söylüyor. Müslümanlar, medreselerde okuttukları matematiği ve benzer ilimleri devre dışı bırakıp unuttuklarından beri, kâinat kitabını okuyamaz ve dolayısıyla Allah'ın bu dünyada kendilerine bahşetmiş olduğu hilâfet görevlerini de yerine getiremez oldular. İslâmiyet'i sadece âhiret dini hâline getirdiler. Halbuki dünya âhiretin tarlasıdır. Dünyası olmayanın âhireti olur mu?!.

Bu durumda yapılması gereken nedir?


Kur'ân-ı Kerîm'e kulak verelim:

"Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah onlarda bulunanı değiştirmez."(Ra'd[13];11)

"Bu da, bir millet kendilerinde bulunanı değiştirinceye kadar Allah'ın onlara verdiği nimeti değiştirmeyeceğinden dolayıdır."(Enfâl[8];53)

"Eğer O'ndan yüz çevirirseniz, yerinize sizden başka bir toplum getirir, artık onlar sizin gibi de olmazlar."(Muhammed[47];38)

 

Üstad Süleyman Karagülle diyor ki:

"Bütün ilimler Kur'ân'ın tefsirinden ibarettir."

İnsan olarak yapmamız gereken, kitabı okumak, anlamaya çalışmak ve uygulamaktır. İnsanoğlu bunu gerçekleştirebilecek kabiliyette yaratılmış ve gerekli donanımla da donatılmıştır. Bunun aksini iddia etmek, hiçbir aklıselim sahibi için mümkün değildir.

Biz bu mütevazi 'Kur'ân'ı Anlama Metodu' kitabımızda, bize bahşedilen bilgi ve güç nisbetinde, Allah'ın Kitabı'nı anlamaya ve anlatmaya çalışıyor; böylece uygulama merhalesine giden yolda karınca kararınca bir mesafe katetmeyi ve hayırlara vesile olmayı diliyoruz. En büyük dua ve temennimiz budur. Nitekim bizim de en önemli prensiplerimizden birine kaynaklık eden Hz. Peygamber (s.a.v.), bir hadisinde şöyle buyurmaktadır:

"Sizin en hayırlınız, Kur'ân'ı öğrenen ve sonra onu başkalarına öğretendir."

Ne mutlu bu yolda olanlara ve yürüyenlere.

Gayret bizden, başarı Allah'tandır.

Elbette her şeyin doğrusunu sadece Allah bilir.

 

Sözün Özü ve Son Söz

Sözün özü ve son söz olarak hiçbir yorum katmadan Allah'ın birkaç ayetini hatırlatalım. Çünkü sözlerin en güzeli Allah kelâmıdır ve Allah kelâmının diğer sözlere üstünlüğü, Allah'ın kullarına olan üstünlüğü gibidir. Cenab-ı Allah, yüce kitabı Kur'ân-ı Kerîm'inde diyor ki:


"De ki, Rabbimin sözlerini yazmak için denizler mürekkep olsa, hattâ bir o kadar da eklense, denizler tükenir, Rabbimin sözleri yine de tükenmez."(Kehf[18];109)


"Andolsun ki Biz Kur'ân'ı düşünülmesi için kolaylaştırdık. Binaenaleyh bir düşünen yok mu?"(Kamer[54];17)

"Biz sana bu Kur'ân'ı, kendilerine ne indirildiğini insanlara beyân edesin ve onlar da düşünsünler diye indirdik."(Nahl[16];44)


"Neden Kur'ân'ı derinden derine anlamaya çalışmıyorlar, yoksa kalblerine kilit üstüne kilit mi vurulmuş?"(Muhammed[47];24)


"Bizim uğrumuzda çaba harcayanlara biz elbette yol gösterecek, onları bize gelen yollardan birine mutlaka ileteceğiz."(Ankebut[29];69)


"Görüyorsun ya Allah, bulutlardan yağmur indirmektedir. Sonra biz onunla çeşit çeşit meyvalar yetiştirdik. Dağlardan da kimi beyaz, kimi kırmızı, türlü renklerde kapkara yollar peyda ettik. İnsanlardan, yerde yürüyen hayvanlardan ve davarlardan da yine böyle çeşit çeşit renk renk cinsler yarattık. Allah'ın kulları içinde kendisinden en çok korkanlar ancak ilim sahibi olanlardır."(Fâtır[35];26-27)


"Allah dilediğine hikmet verir. Kime hikmet verilmişse ona çok hayır verilmiş demektir. Bunun ne mânâ ifade ettiğini aklıselim sahiplerinden başkası anlayamaz."(Bakara[2];269)


"O'nun sonu misktir; artık bu hususta yarışanlar yarışsın."(Mutaffifin[83];26)




KISA KISA

İKTİBASLAR

 

 

Kısa bir maruzatımız daha var!

Siz kitabımızın bütününü okumaya başlamadan önce, bir şey daha yapmak istiyoruz. Kitabımızın farklı bölümlerinden kısa kısa iktibaslar yapmak suretiyle, bazı hatırlatmalarda bulunmayı yararlı görüyoruz. Bu iktibaslar, bu kısa ve öz hatırlatmalar; bizim takip etmekte olduğumuz usûlü yani metodu anlamanıza katkıda bulunacaktır. Uygun gördüğümüz yerlerden derlediğimiz bu demetler; okumayı, anlamayı ve anlaşılmayı daha da kolaylaştıracaktır ümidindeyiz.

Adeta, siz ilmî çiçek bahçelerinde gezmeye başlamadan önce, fikir bahçesinin değişik bölümlerdeki çiçeklerden oluşan bir buketi size sunmuş oluyoruz. Farklı bölümlerden ve sadece birkaç paragraftan oluşan bu bölüm, düşüncelerimizle ilgili ilk rayihaları, öncü kokuları ve özü ihtiva eden bir özet verecektir. Dolayısıyla, kitaba farklı bir girizgâh özelliği de taşıyacaktır.

Bütün bu farklı takdim denemelerimiz, daha iyi anlaşılmak, ele aldığımız meseleleri daha iyi anlatabilmek ve yanlışlarımızı mümkün olduğunca asgariye indirmek hassasiyetimizden kaynaklanmaktadır. Hissiyatımızı hoş görmenizi diliyoruz. Zira sözkonusu olan Allah Kelâmı Kur'ân-ı Kerîm. Bu konuda söz söylerken ve yazı yazarken, kılı kırk yarmak, kırk kere düşünüp bir kere söylemek veya yazmak gerekiyor.

30 yıllık araştırmalarımız sonucunda biraz gecikmiş olsak da, bu konuda biz de biraz kelâm edelim dedik. Diğer bir ifadeyle, görüşlerimizi sizinle de paylaşmayı arzu ettik. Kelâm, Allah'ın yüce sıfatlarından biridir. Allah Kelâmı Kur'ân-ı Kerîm ise uğrunda gösterilecek her türlü çabayı ve çalışmayı hak etmektedir. Bu kelâm, kıyamete kadar meyvelerini vermeye devam edecektir. Bizimki de sadece bu mütevazi çiçeklerden veya meyvelerden biridir.

Sözü yine Kur'ân'dan bir ayet ile bağlayalım:

"Görmedin mi Allah nasıl bir benzetme yaptı: Güzel söz, kökü yerde, dalları göklerde olan ulu bir ağaç gibidir ki; Rabb'inin izniyle o her zaman meyve verir durur. Allah, öğüt alsınlar diye insanlara böyle benzetmeler yapar."(İbrahim[14];24-25)

 

 

 

'BESMELE'

 

Baştan sonuna kadar 'Besmele'de izah ettiğimiz, benzerini meydana getirme, başkalaşma, sırasını değiştirme, birleşme özellikleri ortaya çıkarak tek hücre bir insan olabilmekte, hatta tüm canlılar böyle meydana gelmektedir.

Kur'ân'ın ifade ettiğine göre, başlangıçta kâinatta 'bir tek hücre' yaratıldı. O hücre zamanla yukarıda söylediğimiz şekilleri kullanarak önce 'bitki ve hayvan hücreleri'ne dönüştü. Sonra bugünkü 'canlılar âlemi' meydana geldi.

'Besmele'deki bu çoğalma özelliği Fatiha suresinde ve bütün Kur'ân'da devam eder. Kur'ân'ın ikili dinamik yapısına tamamen benzer olan bu oluş şekli bize, kâinatı kavramada, canlıların oluşumunu izah etmede kolaylık sağlamaktadır. Böylece "Bismillahirrahmanirrahim" derken seslerin ahengi ile kâinatın ve canlıların ahengi arasındaki uyuşma aynı zamanda ondaki estetiği ve sırriyeti oluşturur.

 

'Besmele', bu anlayışa karşı koymak ve onu yok etmek için atom bombasından daha müessir bir araçtır. Eğer insanlar 'besmele'nin manasını belirler ve bütün hayatlarını 'besmele'ye göre düzenlerlerse, ilmin verileri ile sonuçlanmış gerçeklerin bir ifadesi olan ve 'besmele'nin ifade ettiği düzeni kavrarlarsa; merkezi kuvvetin tüm otoritesi ve zulme dayanan iktidarı çöküp gidecektir.

Diyebiliriz ki; insanlığın ızdırabı kendisini vareden Allah'a inanmayı ve O'nun istediği gibi yaşamayı terketmiş olmasından ileri gelmektedir. Kur'ân üzerindeki araştırmalar devam ettikçe, bu anlayış giderek güç kazanacak ve gerçeklere ulaşılacaktır.

 

 

ÇALIŞMALARIMIZIN ÖZELLİKLERİ

 

Ortaya koyduğumuz görüşler, bizim anlayışlarımızdan ibaret olup, hiçbir zaman kesin ve ispat edilmiş şeyler olarak kabul edilmemelidir. Bunlar, toprak altında kazı yapan arkeologların araştırmalarına benzer. Araştırma sonucunda bir parça bulursunuz ve ona dayanarak tahminler yaparsınız. Sonra başka yeni bir parça bulursunuz ve eski tahmininizin üzerine veya kısmen eski tahminlerinizi değiştirerek yeni tahminlerde bulunursunuz. Başkaları da sizin tahminlerinizi değerlendirir. Böylece zamanla bu tahminler bir araya gelerek ortak kanaatler ortaya çıkar.İşte o 'ilim' olur.

İslâmiyet'in getirmiş olduğu 'içtihat sistemi' budur. Yani baştan kesin konuşma yerine, tahminlerle araştırmalar yapıp ortaya bir şeyler getirmek, sonra topluluğun ortaya getirdiği şeyleri bir arada değerlendirerek daha kesin sonuçları ortaya koymaktı. İşte buna da 'icma' denmektedir.

İslâm usûlcülerinin kabul ettiği ilim, icma ile sabit olan şeylerdir.

İşte bizim bu çalışmalarımız ve söylediklerimiz, ilerideki icmalara malzeme hazırlamak amacını taşımaktadır.

Bu çalışmalarımızı okuyanların bunu bilmeleri ve dolayısıyla bizim yanlışlarımızın etkisi altında kalmamaları gerekir.

 

 

YENİ İSLÂM MEDENİYETİ

 

Yeni İslâm Medeniyeti de yeni dille doğacaktır. Yeni dil, Kur'ân'ın yeniden anlaşılması ile olacak ve oluşacaktır.

Ancak, burada başka dillerin ve medeniyetlerin aksine, Kur'ân'ın kendisinde bir değişme olmayacaktır. Kur'ânHz. Peygamber (s.a.v.)in arkadaşlarına bıraktığı tamamlanmış olan son hâlini muhafaza edecektir.

Ondan sonra gelen ilim adamları nasıl ki, onu değiştirmeden, bozmadan, üzerinde çalışarak yeni medeniyetin oluşumunu sağlamışlarsa; bugün de biz onları örnek alıp benzer çalışmalar yaparak, Kur'ân'ı bozmadan ve değiştirmeden çağımızın problemlerini Allah'ın emirlerine uygun olarak çözmemiz ve ortaya koymamız gerekmektedir.

Bunun için artık ilim adamlarının tek tek ve ayrı ayrı çalışmaları yeterli değildir. Bir plan ve proje içinde kollektif ve anonim bir faaliyet göstermek zorunluluğu vardır.

Biz yıllardır yapmakta olduğumuz bu çalışmalarımızda, bu plan ve projenin hazırlığı ve denemesi içindeyiz. Araştırma ve çalışmalarımız sonucunda ortaya koyduğumuz görüşler birer müsvedde mahiyetindedir. Asıl sonuçlar, bu konunun ehemmiyetinin anlaşılması neticesinde 'KUR'ÂN VAKFI'nın kurulup gelişmesi ve bütün insanlığın buna eğilerek bunun üzerinde en geniş şekliyle çalışması ile elde edilebilir. Yapılması gereken budur.

İşte 'müçtehitler devri' denen devir de budur. Birinci İslâm Medeniyeti böyle doğmuştur; İkinci İslâm Medeniyeti de benzer şekilde doğup gelişecektir.

 

 

BİZİM ÇALIŞMALARIMIZ

 

O halde, ilim yapmanın yolu, baştan ispat edilenleri ele alıp ona göre düşünmek değil; varsayımları ortaya koyup ona göre düşünmek, varılan sonuçlara göre varsayımların doğru veya yanlış olduğunu ortaya koymaktır. İlim yapmak bunu gerektirir.

İslâmiyet, "kıyas-ı şer'î" şeklindeki varsayımlara dayanan bir düşünme sistemi geliştirdi. Her olay için, nasıl bir sebep kabul ediyorsak, her hüküm için de bir illetin varlığı kabul edildi ve illetler varsayımlara kondu. Ona göre içtihatlar yapılarak sistemler oluştu. Farklı illet varsayımları farklı mezhepleri ortaya çıkardı.

Bizim çalışmalarımız, 'tümden gelim metodu' ile değil; 'tümevarım metodu' ile olacaktır. Birtakım varsayımları kabul edeceğiz, gerekirse yenilerini koyacağız ve tüm Kur'ân'ı o varsayımlara göre değerlendirip anlamaya çalışacağız. Varsayımlarımızdaki isabet, sonuçları ile belli olacaktır.

Bu çalışmalarımıza itiraz etmek, ancak bundan daha iyi bir çalışmanın ortaya konması ile mümkündür. Daha iyisi ortaya konmadıkça, eleştirilerin hiç bir değeri yoktur. Bir şey yapmak, hiçbir şey yapmamaktan daha iyidir.

 

 

TEMEL PRENSİBİMİZ

 

Bizim temel prensibimiz şudur:

'Herkes dinlenecek, her söze kulak verilecek, ama en iyisine uyulacaktır.'

 

 

VARSAYIM

 

Varsayım; bir takım faraziyeleri doğru kabul ederek yürümek ve elde edilen sonuçlara göre varsayımların doğru olup olmadığını kontrol etmek demektir. İlim için, ilim yapmak için, takip edilebilecek başka bir yol yoktur. Müspet ilim, önce bir şeyi düşünmek, sonra onun doğru veya yanlış olduğunu bulmaktır. Yoksa, önce doğru düşünmek değildir.

Biz de; Kur'ân'ı ilmen ele alırken, tıpkı bundan 1200 sene önce müçtehidlerin ele aldığı gibi, Kur'ân'ın bir insan sözü değil de, bütün kâinatın ve insanın varedicisi olan ve onları bilen Allah'ın sözü olarak kabul etmek suretiyle düşünmeye ve yorumlamaya çalışacağız.

Okuyucuların da bu varsayımlar içinde sözlerimizi değerlendirmeleri ve düşüncelerimizi ona göre anlamaları gerekmektedir.

 

 

KUR'ÂN,

'NAMAZ MÜESSESESİ'NE DAYALI OLARAK

BİR EKİP ÇALIŞMASI İLE ANLAŞILABİLİR

 

Baştan söylediğimiz gibi; çağımızda Kur'ân'ın yorumu artık bir ustanın veya bir kalfanın tek başına çalışması ile yaptığı bina şeklinde değil; inananların planlı bir şekilde işbölümü yaparak birlikte çalışmaları ile gerçekleştir ve böyle bir çalışma yeni medeniyeti oluşturacaktır. Ne var ki, planlı çalışanların planını da herkes kendisi hazırlayacaktır. Nasıl ki namazda herkes sağına soluna bakarak kendisi sıraya geçerse, herkes saftaki kendi yerini kendisi seçerse, tabii bir disiplin içinde kendiliğinden imama uyarsa; bu ilmî çalışmalar da böyle olacak ve böyle planlanacaktır.

Herkes çevresindekiler ne yapıyor, ilmi çalışmalardan neleri üretiyor diye bakacak ve kendisinin ne yapması gerektiğine kendisi karar verip o da boşlukları doldurmaya çalışacak, onlarla aynı hizaya gelmesine dikkat edecektir.

Kişinin diğerleriyle ahenk kurabilmesi ve işbölümü yapabilmesi için onlarla devamlı şekilde bir arada bulunması şarttır. Beş vakit namaz, cuma namazları, bayram namazları hep bu ilişkilerin düzenlenmesi için teşri edilmiş müesseselerdir. Bunların sayesinde tarihte büyük medeniyetler doğmuştur. Her din bundan dolayı ibadetlere dayanmaktadır. Namazda 'Kur'ân okumak' farz olduğu gibi 'Kur'ân'ı anlamak' da farzdır. "Onlar kitabı okurlar, namazları kılarlar" diyerek, namazla birlikte ayrı olarak da kitabın tilâvet edilmesini emretmiş bulunmaktadır. Sahabeler başlangıçta ibadetlerini yalnız okuyarak yapmışlardır. Bugünkü şekliyle namaz çok sonraları teşri edilmiştir. Namazda gaye Kur'ân'ın okunup anlaşılmasıdır. Kur'ân üzerinde müzakere ve sohbettir.

Bugün namazın asıl gayesi terkedilmiş, sadece bir araya gelme ve belli hareketleri yapma namaz zannedilmiştir. Eksik kalan ve asıl fonksiyonunu icra etmeyen namaz bu nedenle bazı insanlara yük olmağa başlamıştır. Fonksiyonunu icra edemez olmuştur. İnsanlık Kur'ân'ı anlamak için namaz müessesesini olması gereken şekliyle yeniden ihya etmelidir. İnsanlık yeni saadet dünyasını, adalete dayalı dünya düzenini ve yeni hak medeniyetini ancak bu şekilde kurabilecektir.

Namazlar ile Kur'ân okuyup anlamayı birleştirmek isteyenler kendileri için bir metod aramak ve kabul ettikleri bir usûl ile işe koyulmak durumundadırlar. Çalıştıkça, gayret gösterdikçe ve bu yönde yol aldıkça elbette Allah onlara nasıl hareket etmeleri gerektiğini bildirecek ve onlar da doğru yolu bulmuş olacaklardır. Her Müslüman her hareket edişinde 'Besmele' ile işe başlar. Bunun bir anlamı da, 'ben her şeyi Kur'ân'ın bana öğrettiği esaslar içinde yapıyorum' demektir. Çünkü insan Allah ile olan ilişkisini en iyi bir şekilde ancak Kur'ân'la sağlayabilmekte, Kur'ân da 'Besmele' ile hatırlanmaktadır.

 

 

İSLÂMİYET

 

İslâmiyet, yeryüzünü böylesine kişilerin, hanedanların, kabilelerin, diktatörlerin, parça parça olmuş topraklar yerine; bütün yeryüzünü bütün insanlar için eman (güvenlik dünyası) hâline getirmiştir. Bir başkasının adına değil, sadece 'Allah adına hareket etmeleri', hak ve vazifelerden bu şekilde yararlanmaları esasını getirmiştir. 14 asır önce Arap Yarımadası'nda yaşayan kabileleri devlet aşamasına ulaştırdığı gibi; bütün beşeriyeti de ayrı ayrı kavimler ve devletler hâlinde olsalar bile bunların yeryüzündeki hükümranlıklarını Allah adına tesis ederek beşeriyetin yeryüzünde birlikte yaşamasına ve birbirlerine kul olmamasına imkân hazırlamıştır.

Allah, 'Besmele' ile, bir taraftan Kur'ân'ın ilâhi kelâm olduğunu belirlemek için okumadan önce söylenen cümle olarak inzal ettiği gibi; diğer taraftan da davranışlarında, hareketlerinde 'Besmele' ile işe başlamasını emretmek suretiyle, insanın kendi yüceliğini ve bu yüceliğe mütenasip görevini devamlı olarak belirtmek için bir anahtar cümle olarak da inzal etmiştir.

Böylece 'Besmele', insan ile Allah arasında mevcut olan ezeli sözleşmenin sürekli olarak teyidi ve tekrarı için kullanılan bir cümledir.

 

Şimdi bizim görevimiz ise; yaşadığımız çağda bu insan malzemesini bir araya getirerek plan ve projeye göre bir 'sosyal yapı oluşturmak' olacaktır.. Kur'ân çağımızda bu anlayış ile ele alınmalı ve bu gözle incelenmelidir. Allah'ın istediği sosyal yapı üzerinde durulmalıdır.

Usûl bakımından aramızda büyük bir fark olmayacaktır; ama konumuz farklı olacaktır.

I. İslâm Medeniyeti sosyal düzenleme bakımından Kur'ân'ın verilerine göre oluşmadı. Çağımızda meseleye II. İslâm Medeniyeti açısından baktığımızda, artık bu oluşma zorunlu hâle gelmiştir. Çağımız dünyası sorunlarının başka bir çözüm yolu yoktur.

 

 

CEMAATLEŞMELERİN GEREKLİLİĞİ

 

İnsanlar, yeryüzündeki Allah'ın rahmetinden tek başlarına yararlanabilme imkânına sahip değildirler. Ayrıca kendileri Allah'ın hilafetini de tek başlarına yerine getiremezler. Mutlaka başka insanlarla birleşerek bir cemaat oluşturmak zorundadırlar.

İşte bu cemaatleşme eğer insanın kendi iradesi ile ve başkaları tarafından zorlanmadan yapılabiliyorsa, bu bir rahmettir.

Ancak böyle olmuyor da insan zorlanarak bir gruba sokuluyor ve istenildiğinde oradan ayrılma imkânı sağlanmıyorsa; bu durum 'rahmet' değil 'azap' olur. Bundan dolayı bu tür topluluklara 'azap toplumu' diyoruz. Ayrıca, insanın kendi iradesi ile girmediği bir topluluğun sorumluluğunu ona yüklemek de katmerli bir zulüm olur.

Bundan dolayıdır ki; insanlar aşiret, kabile, şa'b ve kavimlerini serbestçe değiştirebilmek gücüne sahip olmakla Allah'ın rahmetinde olacakları gibi; ilmî, dinî, siyasî ve meslekî gruplarını da serbestçe değiştirebilme hakkına sahip oldukları müddetçe, rahmet içinde olurlar. İnsanların kendi iradeleri ile katıldıkları toplulukların sorumluluklarını da yüklenmiş olacakları tabiidir.

 

 

DEVLET

 

Yüz ilin birleşmesinden 'devlet' ortaya çıkmaktadır. Her devletin ortalama nüfusu elli milyon olacağından, yeryüzünde yüze yakın devlet olacaktır.

Devlet, dış güvenliği de sağlayan bir kuruluştur.

İnsan istediği devlette yaşama imkânı bulunca ve kendi isteği ile bir devlet içinde kaldıkça, devlet bir rahmet olacak, gerçekten 'Allah'ın rahmet sıfatı' ile yeryüzünde tecellisi olacaktır.

Maalesef bugün devletlerarası hareket ve hicret hürriyeti yoktur. Pasaport, vize ve gümrük muameleleri yanında interpol gibi teşkilatlar yeryüzünü insanlara zindan etmektedir. Devlet, merkezi bir yönetimle il, bucak ve aşiretlerin içine burnunu sokmuş, insanların hak ve hürriyetlerini koruma yerine, onları hakimiyeti altına alıp, bürokratlar aracılığı ile sermaye veya siyasi tekellerin sömürü aracı olarak kullanmakta ve insanları köleleştirmiş bulunmaktadır. Yeryüzünde hükümran olan bu zulüm düzeni değişmeli ve son bulmalıdır. Adil bir yeni dünya düzeni kurulmalıdır. Böyle bir düzenin kurulması da insanlık için rahmet olacaktır.

Tarih boyunca, gece ile gündüzün, yaz ile kışın ard arda gelmesi gibi insanlık için iyi ve kötü dönemler olmuştur. Allah'ın rahmet sıfatı yok olur gibi olmuş, adeta sabah olmayacak sanılmıştır. Ama her karanlık gecenin bir sabahı olduğu gibi, elbette bugünkü zulüm dünyasının ve işkence âleminin de sonu olacak, güneşin dünyayı aydınlattığı gibi Allah'ın rahmeti dünyayı aydınlatacak, yeryüzünde merkezî otoriteye dayanmayan adil bir devletin veya devletlerin oluşmasına imkân verecektir.

Her 'Besmele' söyleyişimizde, böyle bir sabahın gelmesini dua ve ümit etmek amacıyla, o nizamın anlaşılıp öğrenilmesi ve uygulanması için Allah'ın yeryüzündeki birer halifesi olarak, hepimizin görev şuuru ve bilincinde olmamız gerekir.

 

 

SONUÇ OLARAK...

 

Hâsılı, insan anlattıklarımız çerçevesinde 'Besmele ile' ve 'Besmele'deki rahmet sıfatı ile; yıkıcı değil yapıcı olduğunu, zorlaştırıcı değil kolaylaştırıcı olduğunu, ayrılıkçı değil birlikçi olduğunu, belirsizlik içinde değil belirlilik içinde görevli olduğunu hatırlamış olacak ve Allah'a dolayısıyla diğer insanlara karşı taahhütte bulunmuş olacaktır.

İnsanın 'rahmet' sıfatı içinde kendi yolunu çizebilmesi için herkesi dinlemesi ve en iyi yolu seçmesi gerekmektedir.

Ayrıca, iyilikte başkaları ile yardımlaşmalıdır. Tek başına iyi olmak yerine topluca iyi olmak yolunu tutmalıdır.

Başka insanlara nefret ve düşmanlık beslemek yerine, onları sevmeli ve onların kötülükleri varsa ıslah etmelidir. Kindar ve saldırgan olmamalıdır.

Nihayet, rahmet sıfatının bir gereği olarak adil de olmalıdır. Haksız olanın tarafını tutmamalı ve mağdura yardım ederek kötülüklerin giderilmesine çalışmalıdır.

İnsan, Allah'ın rahmet sıfatının kendisinde tecelli etmekte olduğunu ve kendisinin Allah'ın halifesi olduğunu unutmamalıdır.

 

 

MEDENİYETLER

 

İnsanlar önce meyve yediler, sonra avcılık yaptılar, sonra çoban oldular ve daha sonra ziraate başlayıp tarlalarını ektiler. Daha sonra pazarda mallarını değiştirmeye başladılar. Bilâhare tüccar sınıfı ortaya çıktı ve malları toptan alıp sattılar. Böylece bütün dünya tek pazar hâline geldi. İnsanlık, ilk yaradılıştan bugüne kadar bu merhaleleri geçirmiş oldu.

İslâmiyet, bütün dünya işte böyle bir ekonomik ünite hâline geldiği safhada bütün insanlığa hitap etti. Böylece İslâm Medeniyeti kuruldu ve dünyaya yayıldı. Daha sonra Batı Medeniyeti doğdu. Batı Medeniyeti döneminde mal mübadelesi yerine emek mübadelesi devri başladı. Faizli işçilik sistemi tesis edildi. Şimdi bu sistem de çökmekte ve yerine yeni bir sistem gelmektedir; Faizsiz Ortaklık Sistemi. Bu yeni sistemin hükümlerinin tamamı Kur'ân'da vardır ve bütün insanlık bu sisteme muhtaçtır. Çağdaş problemlerden kurtulmak için dört elle bu sisteme sarılmak ve olanca gücü ile onu uygulamak zorundadır.

Meseleye başka bir açıdan bakacak olursak, tarihte iki çeşit medeniyet olagelmiştir:

Biri, 'Ma'şerî Hak Sistemi'ne dayanan medeniyettir ki; zora değil, anlaşma ve barışa dayanmaktadır. Bu şekliyle bakıldığında İslâm esasen 'barışa girmek' demektir.

Diğeri, 'Merkezî Kuvvet Sistemi'dir ki; baskıya, zora ve kuvvete dayanmaktadır.

Birincisinde, haklı kim ise kuvvetli odur. Diğerinde ise, kuvvetli olan haklıdır. Bu medeniyetler ikizdir. Gece ile gündüzün ard arda gelmesi gibi, yaz ile kışın peş peşe gelmesi gibi, bunlar da birbirini takip etmektedir.

Mezopotamya Medeniyeti gündüz medeniyetidir. Ma'şerî Hak Sistemi'ne dayanır ve Hz. İbrahim'in getirdiği medeniyettir. Bundan sonra, Merkezî Kuvvet Sistemi'ne dayanan gece yani kış medeniyeti olan Mısır Medeniyeti gelmiştir.

 

 

 

 

 

 

 

 

Daha sonra gelen İbrani Medeniyeti gündüz medeniyetidir, Ma'şerî Hak Sistemi'ne dayanmaktadır ve Hz. Musa tarafından getirilmiştir. Bunun arkasından, Merkezî Kuvvet Sistemi'ne dayalı olarak karanlık Yunan Medeniyeti gelmiştir.

Bu medeniyetin arkasından, bir barış medeniyeti olarak Hıristiyanlık Medeniyeti gelmiştir. Hakka dayalı olan bu medeniyeti de Hz. İsa getirmiştir. Bu medeniyetin ardından da, Merkezî Kuvvet Sistemi'ne dayalı olan Roma Medeniyeti gelmiştir.

Sonra İslâm Medeniyeti Ma'şerî Hak Sistemi'nin bütün esaslarını getirmiş, bu arada İCMA ve İÇTİHAT müesseselerini oluşturmuştur. Devleti, din devleti yani bir tek dinin hükümran olduğu devlet olmaktan çıkararak, değişik dinlerin bir devlet içinde yaşamalarına imkân vermiştir.

İslâm Medeniyeti'nin ardından, Merkezî Kuvvet Sistemi'ne dayalı olarak Batı Medeniyeti doğmuştur. Bu medeniyet, değişik dinlerin bir devlet içinde yaşaması yerine, dinsizliği yani ateizmi getirmeye çalışmıştır.Bu medeniyet, 'ekseriyet' uygulamasının hüküm sürdüğü 'demokrasi düzeni' ve ekonomik hayata yön veren 'faiz sistemi' ile kendisine özgü bir medeniyettir. İki kanadı vardır: Ekonomiye hâkim kılan kapitalizm ve yönetime hâkim olan sosyalizm.

 

 

SONUÇ

 

Görülüyor ki, bilinen medeniyetler tarihi boyunca bir gündüz ve bir gece medeniyeti peşpeşe gelmiştir. Böylece bugünkü çağda biz, dört çift medeniyetin sonuncusunun son zamanlarını yaşamaktayız. Asıl anlatmak istediğimiz budur. Elbette bunun arkasından gelecek olan, yine 'Ma'şerî Hak Sistemi'ne dayalı yeni bir gündüz medeniyeti olacaktır.

Bu yeni medeniyet, ekseriyet sistemine değil; nisbî sisteme dayalı olacaktır. Faizli İşçilik Sistemi'ne değil; Faizsiz Ortaklık Sistemi'ne dayalı olacaktır. Bu medeniyet, yeni peygamberlere değil, 'yeni içtihatlara ve icmalara' dayanacaktır. Bu medeniyete, 'Beşinci İslâm Medeniyeti' (ya da ‘II. Kur’an Medeniyeti’) adını verebiliriz.

Açıkça görülüyor ki, makrodaki olaylara bizim bir etkimiz bulunmamaktadır. Kur'ân'ın tesbit ettiği esaslar içinde kendiliğinden cereyan etmektedir. Biz istesek de istemesek de, gelecek dünya, geleceğin dünyası, Kur'ân'ın merkez olduğu, 'Ma'şerî Hak Sistemi'ne dayalı, 'Faizsiz Ortaklık Sistemi' esasları içinde bir medeniyet olacaktır.

Bütün bunlar, Kur'ân'ın bir mucizesidir.


Şimdi yapılacak olan nedir?

Bizim yapmamız gereken nedir?


Bize göre, bu hususta bütün bu anlatılanları bütün ilimler çerçevesinde değerlendiren ve Kur'ân'ı bu açıdan ele alan bir 'KUR'ÂN VAKFI' kurulmalıdır.


Bizim, bugün için en büyük gaye ve hedefimiz, bu vakfın kurulması ve faaliyetlerine başlamasıdır. Biz, bu konuda ve bu amaç çerçevesinde bizimle çalışacak arkadaşlar arıyoruz.

Kısaca, maruzatımız budur.




KİTABIN

DOĞRU ANLAŞILMASI İÇİN

TEMEL PRENSİPLER

 

 

 

KİTABIN ÖNYARGIDAN UZAK OLARAK OKUNMASI

 

Bir kitabın doğru anlaşılabilmesi, o kitabın önyargılardan ve ön kabullerden uzak olarak okunması ile mümkündür. Bu temel prensip, Kur'ân-ı Kerîm'in doğru anlaşılması için de geçerlidir. Bundan dolayı Allah'ın kitabı Kur'ân'ın doğru olarak anlaşılabilmesi için önyargılardan uzak olarak okunması gerekir.

 

Önyargı iki şekilde gerçekleşir:

Birinci önyargı, kendi kafamızdaki bilgileri esas alıp onları kitaba yüklemek suretiyle aslolandan uzaklaşmak, böylece kitabın ifade ettiğini anlamayı önlemek şeklinde gerçekleşir.

Yani kitapta başka şey kastedilmiş olur, ama biz ondan başka bir şey anlarız; veya anlamak isteriz. Oysa, kitaptan doğru bir şekilde yararlanabilmek için onun ne demek istediğini doğru anlamak gerekir. Kitaptaki bilgileri anlamak, onları kabul etmek anlamına gelmez. Yani siz kitabın manasını tahrif ederek başka şey anlayacağınıza, kitabın manalarını doğru anlayıp size uygun olanı kabul eder, uygun olmayanı reddedersiniz. Bilmenin zararı yoktur.

Bilmek, doğrulardan yararlanma ve yanlışlardan korunma, yararlı olanları alma, zararlı olanları atma imkanını verir. Bundan dolayıdır ki bir kitabı okumaya başladığımız zaman, doğru veya yanlış ayırımı yapmadan önce, o kitapta neyin ifade edildiğini anlamaya çalışmak temel esas olmalıdır.

 

İkinci önyargı, daha baştan kitapta mevcut olan hükümleri doğru veya yanlış kabul etmek şeklinde gerçekleşir. Önce kitabın ne dediğini anlamak, daha sonra da anlatılanları muhakeme ederek ifade edilenlerin doğru veya yanlış olduklarına ondan sonra karar vermek gerekir. Daha baştan hiç bir araştırma yapmadan o kitapta olanların doğru olduğunu kabul etmek veya yanlış olduğuna inanıp reddetmek, o kitabı anlamaya ve ne dediklerini kavramaya engeldir. Bu tutum ve anlayış, kitabın yanlış anlaşılmasına sebebiyet verdiği gibi; aynı zamanda ondan gereği gibi yararlanmanın ortadan kalkmasına da sebebiyet verir.

Kur'ân-ı Kerîm de bu temel prensibe uygun olarak böyle bir anlayışla okunmalıdır.

Bu prensip sebebiyledir ki Kur'ân daha ikinci surenin başında: "Bu kitap muttakilere hidayettir" (Bakara[2];2) diyor. "Muttaki", kendisini koruyan, yani doğruyu doğru, yanlışı yanlış kabul eden kimse demektir. Diğer bir ifadeyle, hakka, gerçeğe, doğruya teslim olan kimse demektir. Yani, kendi kafasındaki putları peşin olarak hak kabul edip o putlara uyanları doğru, putlara uymayanları yanlış kabul eden kimse değildir. Araştırma yaptıktan sonra hak nasıl tecelli edecekse, hak nasıl ortaya çıkacaksa, onu olduğu gibi kabul edip ona baştan inanıp ona göre yola koyulan kimse bu kitaptan yararlanır. Bu kitap, ancak böylesine geniş ufuklu bakış sahibi olanlara yol gösterir ve kılavuzluk yapar.

 

 

İLİM, İCTİHAT VE İCMA

 

 

İlmi çalışmalar, her şeyden önce, herkesin kabul edeceği, ihtilaf ve tereddüt bulunmayan hususların ortaya konması ile başlar.

Tefsir ilmine girerken de, önce kitabın yazılı bulunduğu dili ortaya koymamız gerekir. Dilin kuralları içinde tartışılmayan veya ortak olarak kabul edilen hususlar temel alınmalıdır. Bu sebepten dolayı Kur'ân Arapçasının lügat ve gramerini yazanlar cahiliye döneminin şiirlerini ve Badiye Arapları'nın kullandıkları dili esas almışlardır.

Bundan dolayı biz de bu çalışmalara başlarken Kur'ân'a sonradan verilmiş ve yorumlanmış manalardan önce, Cahiliye Dönemi Arapçası üzerinde durmaya çalışacağız.

Ortaya koyduğumuz görüşler, bizim anlayışlarımızdan ibaret olup, hiçbir zaman kesin ve ispat edilmiş şeyler olarak kabul edilmemelidir. Bunlar, toprak altında kazı yapan arkeologların araştırmalarına benzer. Araştırma sonucunda bir parça bulursunuz ve ona dayanarak tahminler yaparsınız. Sonra başka yeni bir parça bulursunuz ve eski tahmininizin üzerine veya kısmen eski tahminlerinizi değiştirerek yeni tahminlerde bulunursunuz. Başkaları da sizin tahminlerinizi değerlendirir. Böylece zamanla bu tahminler bir araya gelerek ortak kanaatler ortaya çıkar.İşte o 'ilim' olur.

İslâmiyet'in getirmiş olduğu 'içtihat sistemi' budur. Yani baştan kesin konuşma yerine, tahminlerle araştırmalar yapıp ortaya bir şeyler getirmek, sonra topluluğun ortaya getirdiği şeyleri bir arada değerlendirerek daha kesin sonuçları ortaya koymaktı. İşte buna da 'icma' denmektedir.

İslâm usûlcülerinin kabul ettiği ilim, icma ile sabit olan şeylerdir.

İşte bizim bu çalışmalarımız ve söylediklerimiz, ilerideki icmalara malzeme hazırlamak amacını taşımaktadır.

Bu çalışmalarımızı okuyanların bunu bilmeleri ve dolayısıyla bizim yanlışlarımızın etkisi altında kalmamaları gerekir.

 

 

İNSAN VE ÖĞRENME

 

Allah insanı yarattığında ona konuşmayı öğretmiştir. Bu öğretme, görülebilen varlıkları göstererek isimlerini sayma şeklinde olmuştur. Yani, insan ilk kademede görülebilen ve işaretle gösterilebilen varlıkların adlarını öğrenmek suretiyle konuşmaya başlamıştır. Gösterilebilen varlıklar, mekân işgal edebilen, mekândan bir parça olan varlıklardır. Yer ve insan uzuvları olarak belirlenirler.

İkinci kademede, birbirine benzeyen varlıkların aynı isimle çağrılmaları, yani, önce belli bir dağın isminin özel ismi olarak öğrenilmesi, sonra ona benzeyenlerin de o isimle çağrılması suretiyle, 'nevi, tür ve cins isimleri' doğmuştur. İnsan bunu kendi fıtri yaratılışı ile yapmaya başlamıştır.

Daha sonra yan yana duran yeşil ve kırmızı elmaları birbirinden ayırmak için, yeşil olan bir varlığın adı ile beraber kullanılmak suretiyle 'sıfatlar' oluşmuştur. Sıfatlar, varlıkların taşıdığı sürekli olan özellikleridir. Bunun yanında geçici özellikler de, hareketler de aynı şekilde mastar olarak sıfat gibi kullanılmaya başlanmış ve 'fiillerin mastarları' doğmuştur.

Araplar faili önce mastarı sonra kullanmak suretiyle 'gelecek zamanı'; mastarı önce faili sonra kullanmak suretiyle de 'geçmiş zamanı' karşı tarafa anlatmaya başladılar. Yani, "ben gel" demiş ise, önce kendisi var sonra fiil var, bu 'gelecek zaman'dır. "Gel ben" demiş ise, önce fiil sonra kendisi var, yani 'geçmiş zaman'dır. Zamanla bazı kelimeler kısaldı veya parçalandı ve harf haline dönüştü. Meselâ, "geldim" üç kelimeden oluşur. Aslı "gel durur men"dir. "Durur"dan "rur" düşmüş "geldu" olmuş. Ses uyumu sağlamak üzere "geldi" olmuş. "Men" den de "n" düşmüş "geldim" olmuştur.

Kelimeler böylece hem söyleniş hem de mana itibariyle tarihi bir gelişme ve değişme göstermektedir. Kelimelerin önce veya sonra söylenişine göre de değişik manalar ve değişik ifadeler ortaya çıkmıştır. Bir çocuk üzerinde yapacağımız araştırmayla bizim bunları gözlemlememiz mümkündür.

Kur'ân'ı doğru anlayabilmemiz için onun kullandığı dilin hangi evrelerden geçerek Kureyş'in dili hâline geldiğini araştırmamız ve Kur'ân'ın ona nasıl ve hangi yeni manaları yüklediğini bilmeye çalışmamız gerekmektedir. İşte Tefsir İlmi deyince, Kur'ân'ın okunuşu, kelimeleri, kelimelerin değişik şekilde üretilmesi, cümle yapısı, manaları, kullanılma biçimleri ve yapısının anlaşılması gerekir.

Son peygamber Hz.Muhammed (s.a.s.), arkadaşlarına Kur'ân'ı okumuş ve ezberletmiş, parça parça yazdırmış, hayatı boyunca bir kısmını yaşadığı döneme uygulamıştır. Arkadaşları da kendisinden sonra Kur'ân'ı toplayarak bir kitap hâline getirmişlerdir. Kendilerinden sonra gelenlere okumuşlar ve ezberletmişlerdir. Gerek Kur'ân'ın okunuşu gerekse Hz. Peygamber (s.a.v.)in uygulamaları üçüncü asırda yazılı hâle dönüştürülmüştür. Ayrıca üçüncü asırda birçok müçtehitler ortaya çıkmış ve Kur'ân'ın doğru anlaşılması için çalışmalar yapmışlar ve bu çalışmalarının sonucunda fıkıh mezheplerini oluşturmuşlardır. Daha sonra da Arap Dili yukarıda söylediğimiz esaslar içinde ele alınmış ve bugün Batı dünyasının da kullandığı ilmî metotlarla yalnız Kur'ân ile ilgili değil, bütün hayatla ilgili konular incelenmeye başlanmıştır. Batı, bu ilmî inceleme usûllerini son dönemde tabii ilimlere uygulamış ve bugünkü sanayinin gelişmesini sağlamıştır. Dolayısıyla bu çalışmalar insanlığın gelişmesine öncülük etmiştir.

 

 

MEDENİYETLER VE YENİ İSLÂM MEDENİYETİ

 

Medeniyetler doğar, gelişir, yükselir, yaşlanır ve günü gelince de çökerler. İslâm Medeniyeti de medeniyet olarak böyle doğmuş, gelişmiş, yaşlanmış ve ömrü dolunca sonunda çökmüştür.

Bunun sebebi, medeniyetin dile dayanmasıdır.

Bir medeniyet gelişirken önce dil gelişir.

Nasıl insan önce düşünür sonra yaparsa; topluluklar da önce düşünür ve bu düşünceleri yeni kelimelerle ifade eder, sonra uygularlar. Uygulama yenilikleri getirir. Zamanla eski dil bu yeni gelişmeyi ifade edemez. Gelişmişlik içinde yeni dil de üretilemez. Yaşlı insanın gençleşememesi gibi, medeniyet de değişip kendisini yenileyemez ve çöküp gider. Bu durum 'sünnetullah'tır, yani 'sosyal kanun'dur ve her oluş için mukadderdir. Ölenlerin yerine yenileri doğup gelişebildikleri gibi, çöken medeniyetlerin üzerinde yenileri doğup gelişirler. Yani medeniyetler yeni dille doğarlar.

Yeni İslâm Medeniyeti de yeni dille doğacaktır. Yeni dil, Kur'ân'ın yeniden anlaşılması ile olacak ve oluşacaktır.

Ancak, burada başka dillerin ve medeniyetlerin aksine, Kur'ân'ın kendisinde bir değişme olmayacaktır. Kur'ânHz. Peygamber (s.a.v.)in arkadaşlarına bıraktığı tamamlanmış olan son hâlini muhafaza edecektir.

Ondan sonra gelen ilim adamları nasıl ki, onu değiştirmeden, bozmadan, üzerinde çalışarak yeni medeniyetin oluşumunu sağlamışlarsa; bugün de biz onları örnek alıp benzer çalışmalar yaparak, Kur'ân'ı bozmadan ve değiştirmeden çağımızın problemlerini Allah'ın emirlerine uygun olarak çözmemiz ve ortaya koymamız gerekmektedir.

Bunun için artık ilim adamlarının tek tek ve ayrı ayrı çalışmaları yeterli değildir. Bir plan ve proje içinde kollektif ve anonim bir faaliyet göstermek zorunluluğu vardır.

Biz yıllardır yapmakta olduğumuz bu çalışmalarımızda, bu plan ve projenin hazırlığı ve denemesi içindeyiz. Araştırma ve çalışmalarımız sonucunda ortaya koyduğumuz görüşler birer müsvedde mahiyetindedir. Asıl sonuçlar, bu konunun ehemmiyetinin anlaşılması neticesinde 'KUR'ÂN VAKFI'nın kurulup gelişmesi ve bütün insanlığın buna eğilerek bunun üzerinde en geniş şekliyle çalışması ile elde edilebilir. Yapılması gereken budur.

İşte 'müçtehitler devri' denen devir de budur. Birinci İslâm Medeniyeti böyle doğmuştur; İkinci İslâm Medeniyeti de benzer şekilde doğup gelişecektir.

 

 

İLMÎ ÇALIŞMANIN TEMEL PRENSİPLERİ:

 

VARSAYIMLAR VE TÜMEVARIM METODU

 

İlim, ilk görünenin aksini düşünmekle başlar.

Dünya düz gibi görünür; ama aslında yuvarlaktır. Dünya duruyor gibi görünür; ama aslında dönmektedir. Demek ki, il görüntüler aldatıcı olabilmektedir. Dolayısıyla gerçeğe ulaşabilmek için araştırma yapılması gerekmektedir.

Kendilerini alışılmışın dışında düşünmeye uyduramayanlar ilim yapamazlar. İlim, varsayımlara dayanır. Varsayım, ispat edilmemiş bir şeyi baştan doğru kabul edip ona göre doğru düşünmek demektir.

İnsanlar işte böyle ispat edilmemiş şeyleri doğru kabul etmeyi bir türlü akıl edemez ve ona göre çalışma yapamazlar. Böylece ilmin kilidini açma imkânı bulamazlar. Oysa, ilim 'düşünme'dir; yapma değildir. "Kırk ölç bir biç" atasözünün manası; "kırk defa düşün, bir defa yap" demektir.

Düşünme masrafsızdır. Diğer bir ifadeyle, bedavadır. Bundan dolayı yanlış da düşünebilirsiniz. Yanlış düşünmekten korkmamalısınız. Ama düşünmemekten korkmalısınız.

Başlangıçta yanlış da olsa düşünebilmek için, varsayımları kabul etmek zorunluluğu vardır. Düşünürsünüz ve varsayımlara göre olayları izah edersiniz. Eğer baştan kabul ettiğiniz varsayımlar doğru ise, istediğiniz sonuçlara varırsınız. Yanlış ise, sonuçlar sizin işinize yaramaz.

O halde, ilim yapmanın yolu, baştan ispat edilenleri ele alıp ona göre düşünmek değil; varsayımları ortaya koyup ona göre düşünmek, varılan sonuçlara göre varsayımların doğru veya yanlış olduğunu ortaya koymaktır. İlim yapmak bunu gerektirir.

İslâmiyet'ten önce bu 'varsayım sistemi' yoktu. İnsan aklının kesin olarak doğru bildiği sanılan ilkelere dayandırılarak düşünme yapılıyordu. Buna 'tümdengelim sistemi' deniyor.

İslâmiyet, "kıyas-ı şer'î" şeklindeki varsayımlara dayanan bir düşünme sistemi geliştirdi. Her olay için, nasıl bir sebep kabul ediyorsak, her hüküm için de bir illetin varlığı kabul edildi ve illetler varsayımlara kondu. Ona göre içtihatlar yapılarak sistemler oluştu. Farklı illet varsayımları farklı mezhepleri ortaya çıkardı.

Bunların çoğu uygulamada başarısız oldukları için halk arasında yeteri kadar rağbet görmedi ve hayatiyeti kalmadı. Az sayıdaki mezhepler ise, uygulamalarındaki başarılarından dolayı bin sene gibi uzun bir zaman içinde varlıklarını sürdürdüler.

 

 

BİZİM ÇALIŞMALARIMIZ

 

Bizim çalışmalarımız, 'tümdengelim metodu' ile değil; 'tümevarım metodu' ile olacaktır. Birtakım varsayımları kabul edeceğiz, gerekirse yenilerini koyacağız ve tüm Kur'ân'ı o varsayımlara göre değerlendirip anlamaya çalışacağız. Varsayımlarımızdaki isabet, sonuçları ile belli olacaktır.

Bu çalışmalarımıza itiraz etmek, ancak bundan daha iyi bir çalışmanın ortaya konması ile mümkündür. Daha iyisi ortaya konmadıkça, eleştirilerin hiç bir değeri yoktur. Bir şey yapmak, hiçbir şey yapmamaktan daha iyidir.

Askerliğin temel bir kuralı vardır: "En kötü karar, kararsızlıktan daha iyidir". Savaşın getirdiği tecrübelerin bir sonucu olarak bulunan bu askerî kural, aynı zamanda sivil hayatın temel gerçeklerinden biridir ve tecrübelerin tabii bir neticesi olarak ortaya çıkmıştır.

Varsayımlar için kurallar koyuyoruz. Bu kuralların başında da; "varsaymak, yok saymaktan iyidir" kuralını benimsiyoruz.

Bir odanın ortasında bir kaya parçasını bulsak, birisi de 'bu kendiliğinden oldu' dese ve sebebini yok saysa, biri de kalkıp, 'hayır, bunu cinler getirdi' dese; biz 'bunu cinler getirdi' diyenin varsayımını, 'bu kendiliğinden oldu' diyene tercih ederiz.

İşte ilmi çalışma yapmak isteyenler, kendilerini varsayımlara alıştırmalı ve beyinlerindeki 'nasıl olur da ispat edilmemiş şeyleri doğru kabul ederiz?' saplantılarından kurtulmalıdırlar.

Bu durum, dünyanın yuvarlaklığına inanmaktan daha zordur. Ama başka türlü ve bunun dışında bir yolla ilim yapmak mümkün değildir. Bizden öncekilerin varsayımlarını doğru kabul edip bizim varsayımlarımızı yanlış kabul etmek ilim değildir. Düşünmek ve içtihat yapmak yerine, düşünmeden ve aralarındaki çelişkileri ortaya koymadan kabul etmek, onları taklit etmekten başka bir şey değidir. O da ilim değildir.

Bu konudaki temel prensibimiz şudur:

'Herkes dinlenecek, her söze kulak verilecek, ama en iyisine uyulacaktır.'

En iyisini bilmemiz bizim varsayımlarımızla mümkündür. Yoksa, başka türlü onlar arasında tercih yapmamız mümkün olamaz. Baştan beri, bilgilerimizin, söylediklerimizin kesin olmadığını belirtmekteyiz. Bu hiçbir zaman bu çalışmaların işe yaramaz olduğunu ve bir anlam ifade etmediğini göstermez.

Olmak, hiç olmamaktan iyidir.

Varlık, yokluktan iyidir.

Ancak, daha iyisi olursa bunlardan feragat edebiliriz. Daha iyisi böyle çalışmaların sonunda ortaya çıkar. Biz daima duâ eder ve deriz ki; bu şekilde çalışanlar çoğalsın ve bize de yardımları olsun.

 

 

KİTABIN DİLİNİN 

DOĞRU ANLAŞILMASININ ÖNEMİ

 

Dillerin her toplum için; hatta her insan için ayrı bir manası vardır. "Dağ" deyince herkesin zihninde kendisinin yaşadığı çevredeki dağlar akla gelir. İnsan özel bir eğitim görmemişse, o kimse için bütün dağlar o çevredeki dağlar gibidir. Bir kitap okunurken, o kitabın yazarı ve yazarın çevresi düşünülmeden doğru anlaşılmaz. Anlaşılamaz. Siz, kişiden ve çevreden ne kadar uzak iseniz, o kitapta anlatılan ve kastedilen manaları o kadar az ya da başka türlü anlarsınız. Yaşadığınız hayata ve bilgilerinize uymadığı için, onun gerçek manasını anlayamadığınız için, siz kitabın yazarını geri düşünceli ve basit insan sanırsınız.

 

Kur'ân'ı, bir insanın eseri olarak kabul ederek okumaya başlarsanız, 1400 sene önceki Arabistan'a gider, orada Mekke'nin bir sokağında yetim olarak büyüyen bir insanın düşünce, mantık ve hayatı içinde anlamaya çalışmak zorunda kalırsınız. O zaman bu kitap, tarihte bir şairin veya bir masalcının bugün çok zor anladığımız bir hikâyesinden başka bir şey olmaz. Harabe hâline gelmiş kentlerin içinde bulunan yapıları, bugün nasıl değerlendirebiliyor ve ne kadar anlayabiliyorsak, Kur'ân'ı da ancak o kadar değerlendirebilir ve anlayabiliriz. Elimizde bulunan Kur'ân'ı açıklayan hadis, fıkıh, tefsir ve tasavvuf kitapları çok sonraları telif edilmiş olduklarından o kitapların tanıttıkları Kur'ân da Hz. Muhammed (s.a.v.)in Mekke'de ortaya koyduğu Kur'ân olmaz. Böyle bir kitabın bu mantıkla ele alınması, tarihi tesbitler bakımından yararlı olabilir. Ancak, bunun bir antik kasabanın arkeolojik kazılarını ortaya çıkarmadaki yararın ötesinde bir faydası olmayacaktır.

Hz. Peygamber ve arkadaşları, Kur'ân'ı yaşayarak uyguladılar; yorum ve açıklamalar yapmadılar.

Kur'ân'ın ilmen ele alınışı, ikinci hatta üçüncü asırda olmuştur.

Bu asırlarda yaşayan ulema, Kur'ân'ı bir takım varsayımlara dayanarak ele aldılar. Bu varsayımların başında, Kur'ân'ın ilâhî bir söz olduğu inancı geliyordu. Yani, onlar Kur'ân'a mana verirken, onu Mekke'de bir insanın düşünce ve mantığı çerçevesi içinde değil de, kâinatı ve bütün insanları var etmiş bulunan, her şeye gücü yeten, her şeyi bilen Allah tarafından indirilmiş bir kitap kabul ederek ele aldılar ve ona göre manâlandırdılar.

Şüphesiz o zamanki insanlar buna samimiyetle inandılar.

Bugün de Müslümanlardan çok azı bu inancın dışındadır.

Ancak, ilim inanca dayanmaz. Aksine Müslümanın inancı ilme dayanmalıdır.

Daha baştan her hangi bir sözün, her hangi bir kitabın tanrı sözü kabul edilmesi ve o kitabın baştan sonuna kadar öyle manâlandırılması ilmî olmadığı sanılabilir. Oysa, baştan izah ettiğimiz gibi, bugünkü ilmî çalışmalar varsayımlara dayanır.

Varsayım; bir takım faraziyeleri doğru kabul ederek yürümek ve elde edilen sonuçlara göre varsayımların doğru olup olmadığını kontrol etmek demektir. İlim için, ilim yapmak için, takip edilebilecek başka bir yol yoktur. Müspet ilim, önce bir şeyi düşünmek, sonra onun doğru veya yanlış olduğunu bulmaktır. Yoksa, önce doğru düşünmek değildir.

Biz de; Kur'ân'ı ilmen ele alırken, tıpkı bundan 1200 sene önce müçtehitlerin ele aldığı gibi, Kur'ân'ın bir insan sözü değil de, bütün kâinatın ve insanın var edicisi olan ve onları bilen Allah'ın sözü olarak kabul etmek suretiyle düşünmeye ve yorumlamaya çalışacağız.

Okuyucuların da bu varsayımlar içinde sözlerimizi değerlendirmeleri ve düşüncelerimizi ona göre anlamaları gerekmektedir.

 

 

 

bölüm

 

 

KUR'ÂN'I ANLAMADA

TEMEL VARSAYIMLAR

 

 

BİRİNCİ VARSAYIM :

 

KUR'ÂN'IN ALLAH'IN SÖZÜ OLDUĞU VARSAYIMI

 

İnsanlar, tarih boyunca düşünürken iki zıt düşüncenin etkisi altında kalmışlardır:

Biri, tanrının varlığını ve öldükten sonra dirilmeyi kabul eden düşüncedir.

Diğeri ise, kâinatın kendiliğinden varolduğu ve insanların öldükten sonra artık yaşamayacağı düşüncesidir.

Zaman zaman inkârcılar daha baskın hâle gelmişlerse de, medeniyetler inananların çalışmaları ile kurulmuş ve onların omuzlarında yükselmiştir.

İnkârcılık, yıkıcılığın; inanç ise, yapıcılığın kaynağı olmuştur.

Çağımızda inkârcılık, suskunlukla desteklenmiştir.

Bugün, ilmin kullandığı metotlarla yola çıktığımız zaman, tanrının varlığını inkâr etmek mümkün değildir.

Sebepsiz hiç bir şeyin varolamayacağı ilkesi, artık herkesin hayatına girmiş, düşüncelerin tümünü yönlendiren bir ilke hâline gelmiştir. Bugün ilmen kâinatın sonradan varolduğu ve 10 milyar yaş civarında bulunduğu kesin olarak ispatlanmıştır. Bu bilgi ve ispat, kâinatı var edenin de kesin olarak ispatı demektir.

Ancak, bu konuları düşünmek sanki ayıpmış ve gericilikmiş gibi göstermek suretiyle, tam küfre girilmiş bulunulmaktadır. Eski inkârcıların cehalet mazeretleri olabilirdi. Ama bugünkü inkârcıların böyle mazeretleri yoktur. Bugünkülerin böyle bir lüksü ve gerekçesi yoktur.

Öldükten sonra varolma ilkesi de, yine bugünkü ilmin metotları içinde zorunludur. Hiçbir şey yok olmayacağına göre, tanrı olmasa bile bizim yok olmamamız gerekir. Kaldı ki, bugünkü fiziki araştırmalar, kâinattaki değişmelerin yok olma şeklinde değil, bir filimdeki görüntünün değişmesi şeklinde olduğunu ortaya koymuştur. Yani, ne gelecek varoluyor, ne de geçmiş yok oluyor. Sadece biz geçmişten geleceğe doğru seyahat ediyoruz. Dört boyutlu uzay anlayışı bu gerçekleri dünyanın yuvarlaklığı ve dönüşü kadar açık bir şekilde ortaya koymuştur. Böylece âhiret de ilmen inkâr edilmesi mümkün olmayan bir oluş olarak karşımıza çıkar.

Kaldı ki, Kur'ân'ı kendi iddiaları içinde anlayabilmemiz için, biz varsayım olarak tanrının varlığı ve Kur'ân'ın ilâhi söz olduğunu kabul ediyor ve ona göre anlamaya çalışıyoruz. Bu varsayıma dayanmadan Kur'ân'ı okumaya çalışmak, onun ne demek istediğini anlayamamak demektir.

Bir kimseyi dinlerken, önce ne demek istediğini anlamak, sonra kabul veya reddetmek gerekir. Söylediğini anlamadan red veya kabul etmek, onun reddi veya kabulü değil, sizin kafanızda oluşturduğunuz bir anlayışı red veya kabuldür.

Biz Kur'ân'ı tanrının sözleri yani Allah Kelâmı olarak ele alıyoruz. Siz de Kur'ân'ı okurken bu anlayış içinde okumalı ve anlamaya çalışmalısınız. Dikkat ediniz, inanmaya çalışmalısınız demiyoruz; anlamaya çalışmalısınız, diyoruz. İnanma sonraki takdirinize bağlıdır. Ama, başkasını anlama sizin takdirinize bağlı değildir.

Burada şunu da belirtelim ki; tanrı ve âhiret inancı, tabiatın bir düzen içinde birlik olarak varolması ve varlığını sürdürmesi anlayışı ile çelişmez. Kâinat kendi kendini var etmişse o da tanrıdır. Dağları, denizleri, güneşleri ve gezegenleri kendi kendine var eden bir tabiat, Kur'ân'ı da kendi kendine ortaya koyar. Esasen birlik anlayışı, her şeyi aynı kuvvetin eseri olarak görür. Marksizm'in veya Materyalizm'in tanrıyı inkârı da tanrının iradesi ile olmaktadır. Marks'ı var eden ve ona o düşünceyi veren tanrıdır; veya tabiatçıların ifadesiyle tabiattır.

Bu gözle görülmeye başlandığında kâinatı ve insanı kavramak kolaylaşır. Zıt görüşlerin ve oluşların insan için bir çelişki olması, tanrı için bir denge oluşumudur. Yani inkârcılarla inananlar arasında kurulmuş bir denge vardır. O denge sayesinde gelişme olmaktadır. Birinin doğru diğerinin yanlış olması, doğrunun başkası, yanlışın ise bir başkası tarafından var edildiği anlamında değildir. Bir oyunda iki taraf vardır. Ama o tarafları koyanların da iki taraf olması gerekmez. Aynı kuruluş elemanlarını ikiye ayırarak takımlar kurar ve oynatabilir. Herkes kendi takımında oynamak zorundadır. Sahneye çıkan aynı kimsedir diye oyuncu taraf olmaktan vazgeçemez. Biz de inananlar takımında bulunuyoruz. Sonradan cepheyi değiştirme ihtimali olsa bile, şimdilik bu tarafta düşünmek durumundayız. Yani, Kur'ân'ı inkârcı gözüyle değil, ispatçı gözüyle ele almalıyız.

Böylece birinci varsayımımızı ortaya koyuyoruz:

Kur'ân, kâinatı ve insanı var eden Allah'ın sözleridir.

 

 

İKİNCİ VARSAYIM :

 

KUR'ÂN'IN DEĞİŞMEDİĞİ VARSAYIMI

 

Tevrat ve İncil gibi diğer dinlere ait kitapların da Allah'ın sözleri olduğu varsayılmaktadır. Ancak, bu kitapların zamanla insanlar tarafından değiştirildiği ve tahrif edildiği de kabul edilmektedir. Zira, içinde gerçeklere uymayan ifadelere rastlanmaktadır.

Kur'ân için de aynı varsayım kabul edilerek içinde gerçeklere uymayan ifadeler bulunduğu takdirde, bu sonradan ilave edilmiştir şeklinde yorumlama yolunu tutabiliriz. Bu takdirde, içinde istediklerimizi kabul eder, istediklerimizi de reddeder, böylece Kur'ân'ı anlama yerine, Kur'ân'ı bize uydurma yolunu tutabiliriz.

Bundan dolayı, "Kur'ân Allah'ın sözüdür" varsayımı yanında; "Kur'ân değişmemiştir, aynen bize intikal etmiştir" varsayımını da kabul etmemiz gerekir.

İfadeler zamanla hayata cevap veremez hâle gelince, insanlar ona hayatiyet verebilmek için yani kendi devirlerine veya topluluklarına uydurabilmek için onda birtakım değişiklikler yaparlar. Böylece zaman geçtikçe yavaş yavaş metinler başkalaşır ve ilk durumlarından ayrı bir şekilde ortaya çıkarlar. Bazen bu

 

yolla daha iyileşmiş bir metin ile de karşılaşabiliriz. Ne var ki, tanrı sözleri yani Allah Kelâmı için böyle bir iyileşme sözkonusu olmayacaktır. Çünkü değişmeler insanlar tarafından yapılmakta olduğundan, ortaya konan metinler Allah Kelâmı olma vasfını kaybetmiş olacaktır.

Değişmeler, sadece yukarıda ifade edilen amaçla değil, birçok zamanlarda kasten de yapılmaktadır. Metne kutsiyet izafe edince, topluluk içinde onu reddetmek ve inkâr etmek mümkün olmaz. Eğer metnin ifade ettikleri uygun düşmüyorsa, bu durumda yapılacak iş, metni istenilen şekle sokmak olacaktır. Böylece ona inanmış olan insanları istenen yöne yönlendirme sağlanmış olur. Yani, değişme farkına varılmadan insanlardaki anlayışta meydana gelen değişme sonucu ortaya çıktığı gibi, bazen de onu yorumlayanların veya aktaranların bilerek yapacakları değişiklikle de gerçekleşir.

Değişmeler, eski ve halkın artık kullanmadığı ifade ve kelimeleri yenilemek yolu ile de yapılır. Osmanlılar zamanında 'sultan' vardı; şimdi ise 'cumhurbaşkanı' vardır. Kastedilen 'hükümdar' ise, ifadelerde 'sultan' yerine 'cumhurbaşkanı' kelimesini kullanmak, çağın anlayışı içinde metni anlamak olur. Yeni yorumlayıcılar işte bu şekilde yeni kelimeler kullanarak asıl ifadeyi zamanla bozmuş ve gerçek anlamından uzaklaştırmış olurlar. Hele asıl metin yerine tercüme metinler geçmeye başlarsa, bu tahrifat daha da artar ve çok kolaylaşır.

Biz Kur'ân'ın bu tür değişikliklere uğramadığını varsayarak yorumlamaya ve anlamaya çalışacağız.

Değişmelerin büyük kısmı sözlerden ziyade manalarda olmaktadır. Kelimeler, birer canlı varlık gibi doğarlar, gelişirler, yaşlanırlar ve ölürler. Manaları devamlı olarak değişiklik içindedir. Dilin bu özelliği kendisinde bir değişme meydana gelmeden değişik zaman ve mekâna uyarlanabilir olmasını sağlar. Kelimelerin bu şekilde değişmesi canlının değişmesine benzer. Canlı insan doğduğu andan ölünceye kadar değişikliklere uğramakla beraber varlığını korur. Yani aynı varlıktır. Yaşlanan insan, başka insan değildir. Kelimeler de böyledir. Manaları değişmekle beraber ayniliğini de korur. Değişme ayniliğini de koruyamayacak şekilde olursa, o metin tahrif edilmiş olur. İşte, metinlerdeki zorluk buradan gelmektedir. Hem yeni çağa, yeni dünyaya uyacak şekilde yorumlayacak, hem de Allah'ın buyurduğu manayı koruyacağız.

Bunu başarmak çok zordur.

Ancak bizim bu konudaki varsayımımız şudur: Allah bu kelamı göndermekle birlikte, onun değişik çağlarda ve değişik topluluklar içinde doğru anlaşılmasını sağlamaktadır.

Yani biz onu Allah'ın iradesine uygun olarak anlarız. Hata yapmış olsak bile, o hatayı O yaptırdığı için o hata da O'nun iradesine uygundur. Bizim sorumluluğumuz, kasden hata yapmamak ve anlamakta ihmal göstermemektir. Allah her zaman her yerde vardır ve bizi gözetlemektedir. Dolayısıyla O'nun izni olmadan hata yapmamız, yani Kur'ân'ı manasıyla da olsa değiştirmemiz ve bozmamız mümkün değildir.

Demek ki;

"Kur'ân Allah'ın sözüdür" varsayımı yanında," Kur'ân lafzıyla ve diliyle değişmemiştir, bozulmamıştır" varsayımını da eklememiz gerekmektedir. Kur'ân'ı böyle anladığımız takdirde, "içinde hiçbir hata ve yanlış yoktur" sonucunu kabul etmiş oluruz.

 

 

ÜÇÜNCÜ VARSAYIM :

 

KUR'ÂN'DA HER ŞEYİN HÜKMÜNÜN OLDUĞU VARSAYIMI

 

Kur'ân'ın Allah sözü olduğunu varsaymak, onun eskimediğini, değişmediğini ve içinde yanlışın bulunmadığını varsaymak demektir.

Kur'ân'ı günümüzün meselelerini de çözer şekilde anlayabilmek için bir üçüncü varsayıma daha ihtiyaç vardır. Bu da "Kur'ân'da her şeyin hükmü vardır" ilkesidir. Bir devre veya bir topluluğa veya bir konuya değil de; bütün insanlara, her çağa ve her konuya hitap ettiği ve aradığımız her sorunun cevabını içinde bulabileceğimizi varsayıyoruz. Kur'ân'ı buna göre anlıyoruz.

Kur'ân, 1400 yıl önce daha devlet aşamasına ulaşmamış olan ve bir çöl hayatı yaşayan insanlar arasında ortaya çıkmıştır. Onu, diğer kitaplar gibi anlayacak olursak, önce o çöl hayatını öğrenmemiz, sonra da bugünkü hayatımızı o hayatla kıyas ederek birtakım çözümler ve yararlanmalar aramamız gerekir. Oysa biz, "Kur'ân Allah sözüdür, değişmemiştir, içinde her şey vardır" varsayımlarından hareket ederek, "Kur'ân şimdi bizim meselelerimizi de çözecek şekilde inmiştir kabul ediyor ve ona göre anlamaya çalışıyoruz".

Muhammed İkbal ve Mehmet Akif Ersoy, bu gerçeğe dayanan görüşlerini açıkça ifade etmişlerdir.

"Kur'an'da her şey vardır" sözünü anlamak ve kabul etmek zor bir varsayımdır. Şüphesiz, insan sözü için böyle bir varsayımı kabul etmeye imkân yoktur. Bundan dolayıdır ki, bu üçüncü varsayım ilk iki varsayımdan sonra ortaya konmuştur. Kur'ân Allah Kelâmı olduğu için ve Allah böyle irade ettiği için "onda her şey vardır" diyoruz. Bu varsayım, eski alimler tarafından da aynen kabul edilmişti. Oysa onlarda bugün bizim sahip olduğumuz bilgiler yoktu.

'Meni'nin bir damlasında yüzbinlerce erkek hücre vardır. Hücrenin içinde kromozomlar (salsâl) mevcuttur. Onun üzerinde genler (hame') bulunur. Orada sadece bir insanın değil, bütün bir neslin bütün özellikleri ve hayatı bilkuvve vardır. Bu durum bir ormandaki bir çiçek tozu için de geçerlidir.

İşte, çok küçük bir şey çok büyük toplulukların bütün özelliklerini nasıl irsî olarak taşıyorsa; Kur'ân da bütün kâinatın ve insanın geçmiş ve gelecek bütün özelliklerini taşımaktadır. "Kâinatı var eden Allah bir hücrenin bir parçasına bir âlemi sığdırdığı gibi, Kur'ân'a da bütün mevcut âlemi sığdırmıştır" diyoruz. Böyle varsayıyor ve ona göre yorumluyoruz.

Canlının 'irsî özellikleri' olduğu gibi, 'kesbî özellikleri' de vardır. Yaşadığı çevre ve şartlar ona değişik özellikler kazandırmıştır. Bu irsî özelliklerden ayrıdır; yani genlerde bu özellikler yoktur. Bu farklılık varlıkları ve hayatı birbirinden ayırmaktadır. Ancak, bu çevrenin ortaya koyduğu kesbî özellikler irsî özelliklerin sonucunda doğmuştur ve onlarla açıklanabilir.

"Kur'an'da her şey vardır"; ancak, o her şeyin çevreye göre, çağa ve topluluğa göre anlaşılması ve değerlendirilmesi gerekir. Yani, Kur'ân içtihat ve icmalarla insanların meselelerini çözmüş ve onlara yol göstermiş olur.

Ana rahmine düşmeyen veya döllenmeyen 'nutfe' nasıl çocuk olmazsa, toprağa ekilmeyen tohum nasıl ağaç olmazsa; içtihat ve icmalarla yorumlanmayan Kur'ân da hayatiyet kazanmaz.

 

"Kur'ân'da her şey vardır" derken; "irsî özellikler vardır yani temel esaslar vardır" demek istiyoruz. "Kıyas yoluyla da olsa içinde her şeyi bulabiliriz" diyoruz. Yoksa bu anlayışımız; "Kur'ân'ın içinde her türlü teferruat vardır, biz içtihat yapmadan da açıp bakar, bakar bakmaz da orada aradığımızı buluruz" anlamında değildir.

Nitekim Kur'ân da bu konuda; "Biz size ilmin çok azını verdik."(İsrâ[17];85) demekle, Kur'ân'ı tamamen anlamayacağımızı belirtmiş olduğu gibi; "Biz sana bazı peygamberlerin kıssalarını anlattık, bazılarını da anlatmadık."(Mü'min[40];78) demek suretiyle, Kur'ân'da her şeyin teferruatlı olarak değil de, temel esasları ile bize bildirilmiş olduğunu ifade etmiş olmaktadır. Yani, Kur'ân'da her şey olsa bile, biz her şeyi anlayacak durumda değiliz.

Bu varsayımla şu sonuca varıyoruz:

Biz Kur'ân'ın içinde her şeyi arıyoruz ama Kur'ân'ın tamamını anlayamayacağımız için bilemediklerimiz ve bulamadıklarımız vardır.

Bu sebepledir ki; "Kur'ân'da bu yoktur" demek yerine, "biz bulamadık" demek durumunda olacağız ve aramaya devam edeceğiz. Her şeyi Kur'ân'ın esasları içinde çözerek hayatı anlamaya çalışacağız. Bu varsayımla 'bir dünya görüşü' doğacaktır. Bu dünya görüşü yaşadığımız hayatın birçok yönlerini içerecek ve bize bu varsayımların doğruluğunu göstermiş olabilecektir. Ona uymakla iman etmiş olacağız.

 

 

DÖRDÜNCÜ VARSAYIM :

 

KUR'ÂN'IN ALLAH SÖZÜ OLDUĞUNU KENDİSİNİN İSPAT ETMESİ GEREKTİĞİ VARSAYIMI

 

"Kur'ân'ın Allah sözü olduğu, değişmeden bize ulaştığı, her şeyin Kur'ân'da olduğu" varsayımlarından sonra; son olarak dördüncü bir varsayımı daha yapmak zorunluluğu vardır. Bu varsayım da "Kur'ân'ın Allah sözü olduğunu kendisinin iddia ve ispat etmesi gerektiği" varsayımıdır.

Kur'ân üzerinde yeterli araştırmalar yaptıktan sonra, sonuç olarak onun Allah sözü olduğu ortaya çıkmalıdır ve bu sonuç çıkacaktır varsayıyoruz. Kur'ân'ı bu gözle başından sonuna kadar incelemek suretiyle ilerliyoruz.

Kırlarda mantar toplayan bir kimse, nasıl karşılaştığı her mantar için ilk dikkat ettiği şey onun zehirli olup olmadığını kontrol etmek ise; bizim de Kur'ân'daki her cümleyi yorumlarken dikkat edeceğimiz ilk husus, o cümlenin Allah kelâmı olup olamayacağı üzerinde düşünmektir. Onun Allah kelâmı olduğu kendi ifade ve anlayışlarıyla kanıtlanmalıdır.

Biz insanların yüzlerine baktığımızda, onların kim olduğunu hiç tereddüt etmeden bilebiliyoruz. Demek ki, bizde tanıma mekanizması vardır. Öyleyse Kur'ân'ın da Allah sözü olup olmadığını bilebilmemiz, onu tanıyabilmemiz gerekmektedir. Bugün, gelişen ilimler bir insanın kim olduğunu belirlemenin yanında, insandan koparılan herhangi bir parçanın kimyasal tahlilleri ile o parçanın kime ait olduğunu kesin olarak ortaya koyabilmektedir.

Keşfedilecek ve geliştirilecek bir ilim ile Kur'ân'daki her ayetin her ve cümlenin Allah sözü olup olmadığı da kanıtlanabilir.

Bir fiilin kimin tarafından işlendiği, üzerindeki parmak izleri, mermi üzerindeki çizgiler ve benzer şekillerle ilmen kanıtlanabilmektedir.

Kur'ân'ın da Allah sözü olup olmadığı, getirdiği haberler, ortaya koyduğu ilmi veriler ile tesbit edilebileceği gibi; getirdiği hükümlerin sonuçları ile de Allah sözü olup olmadığı belirlenebilir.

Zehirli mantar yiyen insanın hastalanması ile o mantarın zehirli olduğu tebeyyün ettiği gibi; Allah sözü olmadığı halde Allah sözü imiş gibi kabul edilmesi veya hak olmadığı halde hak imiş gibi benimsenmesi de insanlıkta zehirlenmeler yapar ve geç de olsa yanlışlığın acısını duyurmuş olur. Batı dünyasının çağımızda içine düştüğü bazı hastalıklardan olan savaş, enflasyon, açlık, AİDS ve ahlâksızlık, hep bu yanlış teşhisten doğmuştur. Batı dünyasında insanlar, kâinatta Allah'ı yok farz ederek, yani akıllarıyla buldukları zehirli mantarları yiyerek fesada uğramışlardır.

Allah kelâmı olmayan bir sözü Allah kelâmı kabul etmek, zehirli mantar yemektir. Allah kelâmı olan bir sözü reddetmek de, mantar yemeyip açlıktan ölmektir

Kur'ân'ı veya herhangi bir kitabı okurken, işte böylesine peşin hükümlerden uzak bir şekilde tetkik etmemiz gerekir. Ancak o zaman sağlam ve sağlıklı sonuçlara varabiliriz. Aksi halde çeşitli hastalıklara yakalanır ve helâk oluruz.

Varsayımları kitabın kendisi de ortaya koymalıdır. Yani biz, bir kitabın "bu kitap Allah sözüdür" varsayımını kabul edebilmemiz için, bu varsayımı kendisinin de ortaya koyması gerekir. Yoksa, bir kitapta müellif "bu sözler insan olan benim sözlerimdir" dediği halde biz; "hayır, sen yalan söylüyorsun, bu sözler Tanrı'nın sözleridir" diyemeyiz.

Bazı insanlar çağımızın diktatörlerine ait sözleri böyle anlıyorlar. Hatta filozoflar dahi, asla kendilerinin Tanrı gücünde olduğunu ileri sürmüyorlar. Sadece düşüncelerini ortaya koyuyorlar.

Allah sözü olduğunu ileri süren kitaplardan (Kur'ân hariç) hiçbirisi değişmediği, içinde her şeyin bulunduğu ve kendisinin Allah sözü olduğuna dair mucizeleri bulunduğunu iddia etmiyor. Böyle bir eser tarihte görülmüyor. Görülmüş olsa bile, insanlık tarafından kabul görüp benimsenmiş ve günümüze kadar gelmiş değildir. Bu bakımdan Kur'ân benzeri olmayan bir kitaptır.

 

 

SONUÇ

 

Kur'ân'ın tetkikine başlayanlar, Kur'ân'ın bu özelliklerini baştan reddettiklerinden dolayı, onu kavrayıp anlamakta zorluk çekiyorlar. Oysa Kur'ân madem ki bunları öne sürüyor, o zaman bu kitap bu gözle tetkik edilerek sonuçlar değerlendirilmelidir. Ancak o zaman doğru ve sağlıklı sonuçlara ulaşılabilir.

Birinci İslâm Medeniyeti bu dört varsayımı ittifakla kabul etmiştir.

Mezhepleri ne olursa olsun her Müslüman Kur'ân'ın Allah sözü olduğunu, değişmediğini, içinde her şeyin bulunduğunu ve bir mucize olduğunu kabul etmiş ve Müslümanlar buna dair bir çok deliller ortaya koymuşlardır. Sonunda da bu anlayışla I. İslâm Medeniyeti doğmuştur.

Bu medeniyet arkasından Batı Medeniyeti'ni doğurmuştur. Batılıların daha başlangıçtan, Müslümanların da daha sonraları yavaş yavaş Kur'ân'ın gösterdiği yoldan uzaklaşmaları ile bugünkü ileri ama ıstıraplı bir dünyaya gelmiş bulunuyoruz. Çağdaş dünyamızın yaşadığı problemler ve hastalıklar, işte bu yanlış ve sakat anlayıştan kaynaklanmaktadır.

Biz bugün, I. İslâm Medeniyeti'nin dayandığı bu 'dört varsayım'ı kabul ederek Kur'ân'ı inceleyeceğiz. İlmin verileri ile karşılaştırıp paralellik gördüklerimizi uygulayacağız. Böylece, başka yapılacak bir iş olmadığından dolayı, zorunlu olarak bu uygulamayı yapacağız. Bu anlayış ve uygulama. sonunda bizi II. İslâm Medeniyeti'ne, ıstırapsız bir dünyaya, hakka ve adalete dayanan yeni bir dünya düzenine götürürse, o zaman varsayımlarımız doğru olacaktır.

Bizim incelememizle I. İslâm Medeniyeti incelemeleri arasında en önemli fark şudur:

Onlar ferdi ele alıp kişinin ne yapması ve ne yapmaması gerektiği hususlarını ortaya koydular. Böylece inşaat için tek tek malzemeler ürettiler. I. İslâm Medeniyeti'nin görevi buydu; 'iyi fert yetiştirmek'.

Şimdi bizim görevimiz ise; yaşadığımız çağda bu insan malzemesini bir araya getirerek plan ve projeye göre bir 'sosyal yapı oluşturmak' olacaktır.. Kur'ân çağımızda bu anlayış ile ele alınmalı ve bu gözle incelenmelidir. Allah'ın istediği sosyal yapı üzerinde durulmalıdır.

Usûl bakımından aramızda büyük bir fark olmayacaktır; ama konumuz farklı olacaktır.

I. İslâm Medeniyeti sosyal düzenleme bakımından Kur'ân'ın verilerine göre oluşmadı. Çağımızda meseleye II. İslâm Medeniyeti açısından baktığımızda, artık bu oluşma zorunlu hâle gelmiştir. Çağımız dünyası sorunlarının başka bir çözüm yolu yoktur.




KUR'AN DİLİNİN ÖZELLİKLERİ



bölüm

 

 

İKİNCİ  BÖLÜM

 

 

 

KUR'ÂN DİLİNİN ÖZELLİKLERİ

 

 

Kur'ân, insanların kullandığı her konuşma gibi seslerden oluşmaktadır. Sesler hançerede çıkar ve ağızda biçimlenir. Seslerin çıkışlarına göre sıralanması yapılmaktadır. Sesler çıkış yerlerine göre sıralandıkları gibi çıkış özelliklerine göre de sınıflanmaktadır. Böylece sesler arasında çıkış ve özellikler bakımından bir akrabalık meydana gelmektedir. Bu yakınlık seslerin birbirine dönüşmesine sebep olmaktadır.

Hançereden çıkan ses tek ses olduğu halde, ağızda şekillenmesi çeşitlenmesine neden olmaktadır. Bu şekillenme değişik topluluklarda değişik seslerin çıkmasına neden olmaktadır. Bazı topluluklar birbirine yakın mahreçli sesleri ayırarak ayrı ses hâline getirir ve ayrı mana verirler. Bazı topluluklar ise o sesleri tek ses olarak kullanırlar. Böylece farklı dillerin farklı ses takımları oluşur. Arapça ile Türkçe için de aynı şey sözkonusudur. Arapçada çıkan seslerle Türkçedeki sesleri de mukayese etmek suretiyle Arapçadaki sesleri daha iyi anlama imkânı vardır.

 

 

ARAPÇA İLE TÜRKÇE ARASINDAKİ FARK

 

Arapçada harfler önce ikiye ayrılır:

Bunlardan birinci grupta olanlar 'orta harfler'dir. Bunlar ondört tanedir.

İkinci grupta olanlar da 'yan harfler' olup, 'arka harfler' ve 'ön harfler' diye ikiye ayrılmaktadır.

Arka harfler, boğaz tarafından çıkan harflerdir ve bunlar on tanedir.

Ön harfler, dudaklardan çıkan harflerdir ve onlar da dört tanedir.

Toplam yirmi sekiz harf etmektedir.

Bu harflerin içinde sesli harfler ve uzun harfler yoktur.

Türkçe ile Arapça arasında önemli bir başka fark da, sesli harflerin Türkçede ayrı bir harf kabul edilmiş olmasına karşı, Arapçada sesli harf hareke olarak alınmıştır.

Üçüncü  bir fark ise, Türkçede kalınlık ve incelik sesleri verildiği halde, Arapçada sesli harf harfin özelliği olarak görüldüğünden kalınlık ve incelik sesli harfe değil de sessiz harfe izafe edilmiş ve ayrı harfler olarak sayılmıştır. Meselâ, "sa" ve "se" derken Arapçada her ikisi de 'üstün' olarak harekelendirilmiş, harflerden birine "sad" diğerine "sin" ismi verilmiştir. "Sad" "sin"in kalınıdır. Oysa Türkçede sessiz harf her ikisinde de bir kabul edilmiş, sesli harf "E" veya "A"şeklinde ifade edilmiştir.

Arapçada sesli harf yerine harfin özelliğini gösteren hareke kullanılmaktadır.

Türkçede dört çeşit sesli harf olduğu gibi, her sesli harfin incesi ve kalını vardır. Arapçada ise üç çeşittir. E ve Aüstünİ ve IesreÜ ve Uötre olarak yer alırken; Arapçada Ö ve O mevcut değildir. Bu harekelerin uzun telaffuzları vardır. Bunlardan U 'vav'/ dan dönüşmüş bir harftir. İ 'ya'dan dönüşmüş bir harftir. A ise hem 'ya'/ dan hem 'vav'/ dan dönüşebilmektedir. Bazen İ de 'vav'dan U da 'ya'dan dönüşmüş olabilir.

Türkçede sesli harflere tekabül eden bir sessiz harf olmadığı halde, Arapçada sesli harfler bir harfin özelliği kabul edildiğinden bu harfe "hemze"/ adı verilmiştir. Dolayısıyla ayrı bir harf olarak görülmektedir. Bu hemze de bazan 'A'ya bazen 'Y'ye dönüşebilmektedir. Böylece yirmi sekiz harften başka; vavyaelif diye adlandırılan üç harfli uzun harf vardır. Bunlara 'nun'un iki çeşit çıkışı eklenirse dört olurlar. Buna "ğunne" denmektedir.

'Ğunne' Türkçede de vardır. Eski Osmanlıcada bu ayrı bir harfti. Meselâ, "Tanrı" derken "Tengri" şeklinde ifade edilmekte idi. Bugünkü lehçelerin birçoğunda bu ğunneli 'nun' farklı şekilde söylenmektedir. "Senin kalemini ver" derken ğunnneli nun; "onun kalemini ver" derken ğunnesiz nun kullanılıyordu. Ne var ki, Arapçada ğunneli ve ğunnesiz nun olmakla beraber bunlar farklı anlamda kullanılmazlar. Uzun harflerle ğunne de ilâve edilince otuz iki harf eder. Ğunne ile 'A' ortadan, 'U' dudaktan ve 'İ' de boğazdan çıkar. Böylece harflerin yarısı yine ortadan çıkar.

Türkçede de bu şekilde dört mahreçte çıkan harfler vardır. Her mahreçten beş harf çıkmaktadır. Toplam yirmi harf etmektedir. Sesli harflerin sayısı ise incesi ve kalını ayrı kabul edildiğinden sekiz harf olarak sayılmaktadır. Ve toplam olarak yirmi sekizdir. Türkçede boğazdan çıkan harfler G, K, H, Ğ olmak üzere dörttür. R harfi de buraya yakın çıkmaktadır. Damaktan çıkan harfler ise R'den başka C, Ç, Ş, Y ve L harfleridir. Dişlerden çıkan harfler ise D, T, Z, S ve N harfleridir. Dudaklardan ise B, P, F, V ve harfleridir.

Arapçada dudaklardan P harfi çıkmamaktadır. Dolayısıyla dudak harfleri dörttür. Dişlerden peltek ve S harfleri dediğimiz iki harf fazla çıkmaktadır. Bu harfler diş ucu ile dil arasında çıkmaktadır. Ayrıca S, Z, D ve T harflerinin kalınları bulunduğundan bunların sayısı on etmektedir. Buna mukabil Ç harfi olmadığından damaktan çıkan harflerin sayısı üç'tür. Bunlar C, Ş ve Y dir. L ve R harfleri de buralardan çıkar. Arkadan çıkan harfler ise Türkçede G, Ğ ve harfleri olduğu halde Arapçada G yoktur. Bunun yerine A harfi vardır. H ler ise X, P, H olmak üzere üç şekilde çıkar. Bir de hemze vardır.

Arap gramercisi Halil ilk defa bu seslerin çıkışlarını ve özelliklerini bulmuş ve buna göre bir alfabe yapmıştır. Buna yakın bir tasnif ile harfleri şöyle sıralayabiliriz:

Hemze, H, X, G, Ğ, P, Q, K, C, Y, İ harfleri arka harflerdir.

W, J, Z ile Ş, S, Ç, T, D, O ortadan çıkan ve yarı sürekli olamayan harflerdir.

N, L ve harfleri ise ortadan çıkan yarı sürekli harflerdir. A ile ğunne de buradan çıkmaktadır.

M, V, F, B ile U da dudaklardan çıkmaktadır.




KUR'ÂN'IN DİL OLARAK MUCİZELİĞİ

 

İki ayrı varlık varsa ve bunlar birbirleri ile ilişkili ise aralarında denge vardır denir. İlişki koparsa birbirinden ayrılmış olurlar. Büsbütün birleşirlerse tek varlık olurlar. Öyleyse denge iki şey arasında, iki zıt kuvvetin çekme ve itmesi ile olur. Böylece denge en basit şekli ile dört şey arasında kurulmuş olur. Kâinat dengededir ve ikili ilişkilerin birleşmesinden oluşmuştur. Kur'ân'ın da ifade ettiği gibi her şey çift yaratılmıştır.

 

 

BESMELE VE ÖZELLİKLERİ

 

Kur'ân'da tekrar edilmiş bulunan "besmele" ayeti de böyle çiftlerden oluşur. Besmele dört kelimeden oluşmuştur. Bunun ikisi harf-i tarifli, birisi çekimsiz ve birisi de mürekkep kelimedir. Yani, dört kelime iki ve iki şeklinde gruplanmıştır.

Bismi, Allah, er-Rahman, er-Rahim.

Besmele'nin içinde dördün iki katı olan sekiz çesit harf kullanılmıştır.

Bu sekiz çeşit harfin yarısı şemsiyye, yarısı da kameriyye harfleridir. Kameriyye harflerinin yarısı arkadan, yarısı da dudaklardan çıkmaktadır.

Bunlar N, L, R, S, H, X, B ve M harfleridir. Bunların iki katı yani onaltı harf kullanılmıştır. Bu harflerin yarısı şemsiye, yarısı da kameriyye harflerindendir. Kameriyyenin yarısı arkadan, yarısı da önden çıkmaktadır. Bu onaltı harf şunlardır: N, LL, RRRR, S, H, XX, I, B, VVV.

Burada I harf olarak sayılmış ama harf çeşidi arasında sayılmamıştır. Zira I harfi Y den dönüşmüş olan bir harftir. Ama bir hareke gibi başka harfe sıfat olduğundan ayrı çeşit bir harf değildir. Bunun için çeşitler arasında sayılmamaktadır. Ayrıca iki A harfi vardır. Bunlar Allah ve Rahman'daki 'elif'lerdir. Bu elifler de ya 'vav' veya 'ya'dan dönüşmüş olur. O takdirde I gibi birer harftir. Veya sadece üstün harekesinin uzatılmışı olur, o zaman hareke olup harf değildir.

Bunun anlaşılması için bu A harflerinin cem'lerde veya tasğir (küçültme) isimlerinde kendilerini göstermeleri ile bilinir. Meselâ, 'cami' kelimesinin cem'i (çoğulu) 'cevami'dir. 'Rahman'ın cem'i ise 'Rehamin' olup 'Rehamiin' değildir.

Bu arada 'Rahman' ve 'Allah' kelimelerindeki eliflerin harften değil de harekeden dönüşmüş olduğunu anlıyoruz. Bundan dolayı ayrı harf saymadık. Bununla beraber bunların da iki olduğu görülmektedir. Bu iki harf yazılışta görülmez.

Ayrıca bazen okunup bazen okunmayan harfler de vardır. O harflere 'vasl elifi' denir. Besmele'de aslında dört vasl elifi vardır. Fakat bunlardan biri olan isimdeki vasl, sadece Besmele'ye mahsus olmak üzere yazılmamıştır. Böylece yazılı olarak üç harf kalmıştır. Onaltı harf ile toplanırsa ondokuz etmektedir. Buna iki elif de eklenirse yirmibir eder. Yirmibir ise üçün yedi katıdır.

İlerideki konularda, Kur'ân'da üçyedi ve on'un da iki gibi özel olarak seçilmiş bir sayı olduğu belirtilecektir. Besmele'de bunların hepsi yer alır. Onaltı harf; üç, üç, beş, beş şeklinde kelimelere dağılmıştır. Ayrıca beş esre vardır. İki sükun ve üç şedde de beş eder. 'Rahim'in 'i'sinde bir hareke yok olduğundan diğerlerinin toplamı da beştir.

Görülüyor ki, 'Besmele'deki harfler ve kelimeler, gelişi güzel olarak değil de, özel olarak istenilen sayılarda seçilmişlerdir. Bu özel seçilme daha da derinleştirilebilir.

Bütün konuşmalarda böyle bir seçilme mevcuttur. Bundan dolayı her konuşmanın bir şiiriyeti vardır. Matematikteki ihtimaliyat hesapları ile bu şiiriyet ölçülebilmektedir. Daha önce bahsettiğimiz programla 'Besmele'deki bu dağılışın kendiliğinden olma ihtimali milyonda bir civarındadır.

Kur'ân'ın yalnız Besmele'sinde değil, Fatiha'da ve diğer bütün ayetlerinde ve surelerinde de bu özellikleri bulmak mümkündür. Biz örnek olarak bir kaç tanesine işaret edeceğiz. Ancak ortak bir çalışma ile bütün Kur'ân'daki bu özellikler ortaya konabilir.

Kur'ân meydan okuyor ve; "Eğer bundan şüphe ediyorsanız siz de buna benzer bir söz getirin" diyor. "İsterseniz birleşin ve yardımlaşın" da diyor.

Şimdi böyle bir özelliği taşıyan ve ileride anlatacağımız Besmele'nin anlamını da taşıyan bir cümleyi başka bir dilde, meselâ Türkçede söylemeyi deneyin yani tercüme edin ama bu tür bir tercüme olsun. Programa koyun, bakalım siz kaç derece alacaksınız?

İşte dördüncü varsayımda kabul ettiğimiz "Kur'ân'ın kendi kendisinin Allah sözü olduğunu ispat etmesi" burada da kendisini göstermiştir.



 

ALLAH, KÂİNAT, İNSAN, KUR'ÂN

 

KÂİNATIN OLUŞUMUNDA AŞAMALAR VE

KUR'ÂN İLE PARALELLİĞİ :

 

OLUŞUM SAFHALARI:

 

I. Safha

İnşaat veya üretmeye ait bir işletmenin kurulabilmesi için her şeyden önce bu işletmeyi kurup işletecek 1/bir müteşebbise ihtiyaç vardır. Müteşebbis ilk iş olarak ne yapacağını tasarlayıp 2/projelendirir. Buna 'birinci safha' diyoruz.

Bu 'birinci safha'da 1/proje ile 2/müteşebbis çifti ortaya çıkar.

 

II. Safha

Bundan sonraki 'ikinci safha'da projenin uygulanabilmesi için 1/bir yere ihtiyaç vardır. Ayrıca bu projeyi gerçekleştirecek 2/işçilere ihtiyaç vardır.

Yani 'ikinci safha'da; 1/müteşebbis, 2/işçiler, 3/yer ve 4/proje olmak üzere dörtlü bir oluş vardır.

 

III. Safha

Bundan sonraki 'üçüncü safha'da ise projenin yanında bir 1/akış şemasına ihtiyaç vardır. Proje statik bir düzenlemedir. Akış şeması ise işletmede giriş ve çıkışların ve iç akışların nasıl olacağını düzenleyen projenin ikinci kısmıdır. Bir binaya su nereden girecek, nerelerde kullanılacak ve nasıl dışarıya çıkıp atılacak. Bu tür hareketlerin yollarını gösteren şemalara ihtiyaç vardır.

Ayrıca 2/malzemeye ihtiyaç vardır. Bir sonraki merhalede ise işçilerin de birlik ve ahenk içerisinde çalışabilmeleri için 3/yöneticilere ihtiyaç vardır. Bir de yapılan işlerin projeye uygun olup olmadığını gözetleyip haber veren 4/denetçiye, kontrolörlere ihtiyaç vardır.

Böylece bu 'üçüncü safha'da; 1/proje, 2/şema, 3/malzeme, 4/yer, 5/işçi, 6/yönetici, 7/denetçi ve 8/müteşebbis olmak üzere sekizli bir oluş ortaya çıkar.

 

IV. Safha

İnşaatın yapılabilmesi için bütün bu oluşların yanında 'dördüncü bir safha'ya daha ihtiyaç vardır. Proje yeterli değildir. Projenin yanında 1/plana da ihtiyaç vardır. Plan, projedeki yapılacakların hangi sıra ile yapılacağını gösteren projenin bir ekidir. Ancak projeden ayrıdır. Şemaların yolları göstermesi yeterli olmayıp büyüklüklerin de 2/hesaplanması gerekir. Su borusunun kalınlığı, elektrik tellerinin kalınlığı, kolonların kalınlığı hep hesap edilerek yapılan tesislerdir. Malzeme yeterli olmayıp malzemelerin yerlerine konabilmesi için 3/enerjiye; yer yeterli olmayıp işin yapılabilmesi için 4/zamana da ihtiyaç vardır. Ayrıca işçilerin, yöneticilerin, denetçilerin, yalnız varlıkları yeterli olmayıp bunların 5/çalışmaları, 6/yönetmeleri ve 7/denetlemeleri gerekmektedir. Ayrıca müteşebbisin de 8/işletmeyi yürütmesi gerekmektedir.

Böylece bu son 'dördüncü safha'da; 1/proje, 2/plan, 3/hesap, 4/şema, 5/malzeme, 6/enerji, 7/zaman, 8/yer, 9/işçi, 10/çalışma, 11/yönetme, 12/yönetici, 13/denetçi, 14/denetleme, 15/işletme ve 16/müteşebbis olmak üzere on altılı bir oluş ortaya çıkar.

 

'BESMELE' ile paralellik:

Küçük ve orta boy teşebbüslerde, müteşebbis ile işletmeci aynı kimsedir. Ama büyük işletmelerde işletmenin başında müteşebbisler bulunmaz. Bunun yerine kendilerine vekil olarak bir işletmeciyi atarlar. İşletme bu işletmeci tarafından yürütülür. Müteşebbis, sistemde bir aksama olursa müdahale eder. Sistem normal yürüdüğü müddetçe müteşebbis ortada görünmez. Adeta sistem kendi kendine çalışır.

Burada apaçık görülüyor ki, bir işletme dört safhada kuruluyor; İki, dört, sekiz ve on altılı bir çoğalma ile oluşuyor. Dolayısıyla bu durum, 'besmele'nin kelime, harf çeşidi ve harf sayıları ile bir paralellik gösteriyor.

 

Kâinat ile paralellik:

Yaşadığımız kâinatın bir 1/müteşebbisi olması gerekir. 2/İşletmecisi, 3/denetlemesi, 4/denetçisi, 5/yöneticisi, 6/yönetmesi, 7/çalışması, 8/işçisi, 9/yeri, 10/zamanı 11/enerjisi, 12/malzemesi, 13/şeması, 14/hesabı, 15/planı ve 16/projesinin yapılmış olması gerekir. Böylece varlık âlemindeki en büyük işletme ortaya çıkacaktır.

İnsan için bu işletmeyi dışarıdan görmek mümkün değildir. Ama insanda tezahürleri vardır.

İnsanın içindeki 1/müteşebbisliği 'fikir melekesi' yapmaktadır.

Topluluktaki 'ilim müessesesi' de 2/işletmeci olmaktadır.

'Din müessesesi' toplulukta 3/denetleme görevi görmektedir.

İnsandaki 'his melekesi' ise 4/denetçi olarak ortaya çıkmaktadır.

İnsandaki 'ünsiyet melekesi' 5/yönetici olarak ortaya çıkmaktadır.

'Siyaset müessesesi' de 6/yönetme olarak görülmektedir.

'Ekonomi müessesesi' toplulukta 7/çalışmayı oluşturmaktadır.

İnsandaki 'irade melekesi' de 8/işçilik görevini yapmaktadır.

Kâinatın 9/mekânı (yeri) vardır, 10/zamanı vardır, 11/enerjisi vardır, 12/malzemesi madde olarak mevcuttur. Hayat bir 13/akış şemasıdır. Nebat bir 14/hesaplamadır. Topluluk da 15/planı gerçekleştirir, yani tarihi yazar. Kişi ise bu 16/oluşum projesini çizer.



DEVAMI GELECEK