KUR'ÂN KÂİNATIN YARATILIŞ PLANIDIR

- İMAM-I MÜBÎNDİR -

 

 

RAHMAN SURESİ

Bismillahirrahmanirrahim.

Rahman ve Rahim Allahın ismi ile.

 

1. Rahman.

2. Kur'ân'ı öğretti.

3. İnsanı yarattı.

4. Ona beyanı öğretti.

5. Güneş ve Ay hesap iledir.

6. Yıldızlar ve ağaçlar secde etmektedir.

7. Gök' e gelince, onu yükseltmiş ve dengeyi koymuştur.

8. Dengede taşkınlık yapmayasınız diye.

9. Tartıyı kıst (doğruluk) ile yapın ve dengeyi bozmayın.

 

Rahman Suresinin başındaki bu ayetlerin dizilişi ile ilgili olarak sorulacak pek çok soru vardır:

- Neden, Kur'ân'ın öğretilmesi önce, insanın yaratılması ise sonra zikredilmektedir?

- İnsana beyanın öğretilmesi ile Güneş ve Ay'ın hesaplanması arasında ne gibi bir ilişki vardır?

- Yıldızlar ile ağaçlar neden birarada secde etmektedirler?

- Göklere ait genel çekim ve merkezkaç dengesi ile bakkalda ve pazarda tartı için kullanılan terazi arasında ne gibi bir ilişki vardır?

- Tartıyı yanlış yaptığımızda genel denge neden bozulmaktadır?

 

Görülmektedir ki; ilk bakışta birbirleriyle ilgili gibi olmayan şeyler, birarada zikredilmektedir. Ancak, bunlar üzerinde biraz düşünüldüğünde, zikredilen şeyler arasında derin birtakım bağların bulunduğu anlaşılmaktadır.

Bu sorularımızın cevapları, araştırmamızın ve konuşmamızın konusunu teşkil etmektedir. Tebliğimizde bu sorular ve cevapları üzerinde durmuş olacağız. Böylece Kur'ân tanınmış ve Kur'ân'ın ilim, fen ve gelecek ile ilgili ilişkileri de ortaya çıkmış olacaktır.

 

 

KÂİNAT VE İNSAN

 

Kâinat, ikili olarak çift çift var edilmiştir.

Âlem, bilen insan ile bilinen kâinattan oluşmuştur.

İnsan kendisini de bildiği için aynı zamanda kâinat içinde yer alır.

Bilinen kâinatın da iki tarafı vardır: Cansız âlem ve canlı âlem.

Cansız âlemin de iki tarafı vardır: Varlık ve tesir.

Varlığın iki tarafı vardır: Mekân ve zaman.

Tesirin iki tarafı vardır: Madde ve enerji.

Canlının iki tarafı vardır: Gaye ve irade.

Gayenin iki tarafı vardır: Nebat ve hayat.

İradenin iki tarafı vardır: Şuur (fert) ve ma'şer (topluluk).

 

İnsan için de aynı ikili bölünme sözkonusudur: Ruh ve beden.

Ruh, fikir ve histen; fikir, dil ve ilimden; his, sanat ve dinden oluşur.

Bedenin amel ve ünsiyeti vardır; yani başka insanlarla birleşmesi vardır. Cüz olma kabiliyeti vardır.

Amel, teknik ve iktisattan; ünsiyet, hukuk ve idareden oluşmaktadır.

Burada görülmektedir ki, Allah kâinatı ikili sistem ile çoğaltarak var etmiştir. Bu bölünmeler ikili yerine üçlü de olabilirdi. Bazıları ikili, bazıları üçlü veya beşli ya da yedili olabilirdi. Ama sadece ikili olarak oluşturulmuştur.

Kâinat böyle bölünüp çoğaltılırken ikili oluştuğu gibi, insanın yapısı da böyledir.

Hücre önce ikiye ayrılır: Hareketli ve hareketsiz kısımları oluşur.

Hareketli kısımları oluşturan hücre ikiye ayrılır: Taşıma ve çoğalma kısımlarını oluşturur. Çoğalma kısımlarını oluşturan hücre ikiye ayrılır: Hormonları ve cinsi hücreleri oluşturur. Taşımaları oluşturan hücre ikiye ayrılır: Taşıyıcı kırmızı kan (alyuvar) ve vücudu hastalıklara karşı koruyan beyaz kan (akyuvar) hücrelerini oluşturur.

Hareketsiz kısmını oluşturan hücre ikiye ayrılır: Biri iç organları, diğeri dış organları oluşturur. İç organları oluşturan ikiye ayrılır: Biri kemik sistemini, diğeri et (kas) sistemini oluşturur. Dış organları oluşturan ikiye ayrılır: Biri sinir sistemini, diğeri de deri sistemini oluşturur.

Görülüyor ki, bölünüp çoğalma olduktan sonra, birleşme meydana gelmektedir. Kur'ân bu bölünüp çoğalmayı çok veciz bir şekilde ifade etmektedir: "Biz her şeyi ikili olarak yarattık."(Zariyat[51];49) İstediğimiz kadar teferruata inelim, hep bu ikili bölünme ile karşı karşıya kalırız.

 

 

KÂİNAT VE SİSTEMLER

 

Bölünmelerle meydana gelen çoğalmalar birleşerek sistemleri oluşturur. Bu birleşme şu şekilde olmaktadır: Her sistemin bir maddesi, bir de manası vardır. Bunlar birleşirler ve sistemi oluştururlar. Madde kutuplaşıp sağ ve sol kutupları meydana getirir. Bu kutuplaşma ile manaya yaklaşır. Mana da kutuplaşıp müsbet ve menfi yükü oluşturur. Böylece o da maddeye yaklaşır.

Görülmektedir ki, her müessesenin böylece altı rüknü bulunmaktadır. Bunun en çok görüneni ve inceleneni elektrikdir.Elektrik ve mağnetik çifti vardır. Sağ kutup ve sol kutup mıknatısa aittir. Müsbet yük ile menfi yük de elektriğe aittir. Burada önemli olan husus, elektriğin hareketi mıknatısı doğurmakta ve mıknatısın hareketi de elektriği doğurmaktadır. Bu şekilde ikili birleşmeler ve altı merkezli sistemler her yerde vardır.

Devlet, halk ve topraktan oluşur.

Halk, ilim ve din müesseselerine sahiptir.

Toprak (ülke) de, iktisat ve idare müesseselerine sahiptir.

Halkın çalışması ile memleket imar edilir. Memleketin imarı ile halkın sayısı ve refahı artar. Bu durum, elektro mağnetik devrelerin tamamen benzeridir.

İktisat müessesesi de böyledir: İnsan var, eşya var. İnsanın emeği var, mülkü var. Eşyanın malı var, parası var. İnsanın çalışması ile eşya üretilir, eşyanın kullanılması ve tüketilmesi ile insan yaşar.

Hukuk müessesesinin de böyle ikili birleşmeleri vardır: Mevzuat vardır, mükellef vardır. Mevzuat, yetkileri ve sorumlulukları tesbit eder. Kişilerin hak ve vazifeleri doğar. İnsanlar mevzuatı meydana getirirler ve mevzuat da insanları yönetir.

Böylece bütün kâinat hem sentez hem de analiz olarak birbirinin analoğudur. Bu hususta elektriğin birleşme kanunlarını Maxwel tesbit etmiştir. Burada bu kanunların sadece formüllerini verip, karşılığında Kur'ân'daki ayetleri vererek konuya temas edeceğim:

 

Tesir çiftinin tanımı:

D = e E

B = h H

 

 

Çiftlerin birbirlerini doğurması:

C rot H = Dt

C rot E + Bt

 

 

Çiftlere ait yüklerin oluşması:

Q = Div D

M = Div B

 

 

Çiftlere ait akışların oluşması:

İ = x E

J = x H

 

 

Çiftlere ait enerjilerin nakli:

En = E.İ

En = H.J

 

 

 

 

Yukarıda anlattığımız şeyleri birarada düşündüğümüz zaman şu sonucu çıkarabiliriz: Kâinatta mevcut ve olacak olan tüm müesseseler birbirinin benzeridir. Birinde mevcut olan bir şey başkasında da vardır. Her şey birbirinin analoğudur.

Bu sonuç bize ne gibi bir kolaylık ve avantajlar sağlamaktadır?

Müesseselerden herhangi birini öğrendikten sonra, diğer bir müesseseyi onun bir benzeri olarak öğrenmek elbette daha kolay olacaktır. Çünkü bütün müesseseler birbirine benzemektedir. Kur'ân'da bundan dolayı Allah; "Biz her şeyi sizin kolayca anlamanız için ikili yarattık."(Zariyat[51];49) demektedir.

İslâmiyet'te kıyas delili bu analoğa dayanmaktadır. Benzer şeylerde madem benzer hükümler olacak, öyleyse birinde bildiğimiz bir şeyi diğerinde de bulabiliriz, demektir. Bu benzerlik sebebiyledir ki, aynı düşünme tekniği ve mantığı ile her şeyi öğrenebiliyoruz. Biz hukukta başka türlü, astronomide başka türlü, tıpta başka türlü, iktisatta başka türlü mantık kullanamayız. Aynı tüme varım veya tümden gelim ilkeleri, aynı çelişki ve kıyas yolları bütün müesseselerde geçerlidir.

Bu geçerlilik sadece mantıkta değil; matematikte de aynen caridir. Bir bakkalda ödenecek parayı hesaplayan kimse ile, bir direğin taşıyacağı veya taşıdığı yükü hesaplayan mühendis, bir bilgisayarı dizayn eden mühendis, hep aynı formülleri kullanır. Para; fiyat ile miktarın çarpımına eşittir. Mühendisin elinde para yerine kuvvet, fiyat yerine gerilme, miktar yerine kesit alanı yer alır.

 

 

KUR'ÂN VE KÂİNAT

 

Bundan dolayı Kur'ân'da, insana beyan yani açıklama öğretildikten sonra; Güneş ve Ay'ın hesap ile yaratıldığı, ifade edilmektedir. Bu ayetlerdeki bakkal terazisi ile galaksiler bir yerde iç içe getirilmiştir.

Şimdi burada bir soru ile karşılaşılabilir.

Değişik alanlarda aynı matematiği ve aynı mantığı kullandığımız hâlde, isimler farklı farklıdır. Acaba değişik alanlardaki isimleri (birimleri) birleştirerek aynı kelimelerle konuşsak daha iyi olmaz mı? Acaba bu durum mümkün olabilir mi? Böyle olduğu takdirde tek bir ders kitabı olacak, ancak herkes o kitaptan aynı şeyleri okuyacak ve fakat başka başka şeyleri anlayacaktır. Elektrikçi başka, iktisatçı başka, tabip başka şeyler anlayacaktır. Bununla beraber hep birlikte, değişik müesseselerdeki benzer şeyleri anlamış olacaklardır.

Bu durum ve uygulama bize birtakım kolaylıklar sağlayacaktır:

1. Her şeyden önce, aynı kitabı okuduğumuz için müesseseler arasında bir merkez oluşacak ve bir birlik meydana gelecektir.

2. Sonra, birinin keşfinden diğer müesseseler de yararlanmış olacaktır.

3. Ayrıca, başka bir müesseseyi bilen diğer müesseseleri de çok kolay öğrenecektir.

4. Bunların yanında, kelime ezberleme yükünden de kurtulmuş olacağız.

5. Bu uygulamaya dayanarak, fakülteler hep aynı kitapları okumuş ve okutmuş olacaklardır.

Kur'ân işte böyle bir Kitap'tır.

Bunun böyle olduğunu bizzat Kur'ân'ın kendisi bize bildirmektedir. Er-Rahman Suresi'ndeki, 'önce Kur'ân'ın öğretilmiş olması' ifadesi bunu belirtmektedir. Önce kâinat yaratılıp sonra Kur'ân indirilmiş değildir. Kâinat insan için yaratıldığından; Kur'ân da, 'Kur'ân'ın öğretilmesi'nden sonra 'insanı yarattı' denilmektedir.


Kur'ân kâinatın projesidir.

Yaratılmadan önce irade buyurulmuştur. Nitekim bir bina yapılırkan, önce proje sonra inşaat yapılmıyor mu?

"Bu kadar küçük Kitap'ta bu kadar çok şey nasıl sığdı?" diye sorulabilir.


Kur'ân bu soruya şöyle cevap vermektedir: Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir Kitab'ın içindedir."(En'âm[6];59) Hepsi ve her şey o kitabın içindedir, çünkü bir müessese anlatılmış, diğerlerinin isimleri verilmiş, kalanlar hep kıyas yolu ile çıkarılsın istenmiştir. Beyanı öğretme budur.


Ayrıca Kur'ân, sadece bir müesseseyi anlatmamış, içiçe her müessesenin benzer olmayan taraflarını ifade etmiştir. Böylece halk okuduğu zaman her müessesenin bir parçasını görebilmekte, ilim adamları ise her müesseseyi kıyas yolu ile öğrenerek anlayabilmekte ve bir bütün olarak uygulama imkânını bulabilmektedir.


Burada konu ile ilgili olarak Kur'ân'dan örnekler vermeye çalışalım ve her şeyden önce Kur'ân'ın da tıpkı kâinat gibi ikili olarak meydana getirildiğini görelim:


Başlangıçta hiçbir şey yoktu. Sadece Allah vardı. O zaman kelâm da yoktu. Allah o hâli 'He' harfi ile ifade etmektedir. 'He' harfi boğazdan yani derinden çıkmaktadır. Gözler Allah'ı idrak edemediğinden Allah tarafından bu harf seçilmiştir. 'He' harfi yumuşaktır ve süreksizdir. Bu durum Allah'ın tek olduğunu ve Allah'ın maddî varlığı olmadığını, ayrıca zaman ve mekândan münezzeh olduğunu ifade etmektedir.


Sonra Allah mülk edinmek istemiştir ve melekût âlemini yaratmıştır. Melekût âleminin nûru ve nârı vardır, ruhu ve bilinci vardır. Ancak yine maddesi yoktur. Burada sebep ve sonuç ilişkisi bulunmamaktadır.

Bu hiç olmazsa rütbeden sonra varedildiği için ve kendisi madde olmadığı için ortadan çıkan 'Lam' harfi ile ifade edilmiştir. 'Lam' titrek bir harftir. Melekût âleminin dalga âlemi olduğu ifade edilmiştir. 'LeHu' olmuştur. Bunun anlamı şudur: 'Her şey O'nundur. Her şeyin mâliki O'dur.'


Allah tekrar irade buyurmuş ve sebepler âlemini yaratmıştır. Yani zaman ve mekânın içine madde ve enerjiyi koymuştur. Bunların tedviri için melekleri görevlendirmiştir. Melekler melekût âlemindedirler. Onun için bu görevli melekleri de ikinci Lam harfi ile ifade etmiştir. Sebepler âlemini ise 'Be' harfi ile ifade etmiştir. 'Be' harfi dudaktan çıkar ve görünür âlemi ifade eder. Sert harftir. Çünkü aynı yerde iki şey birleşmez, süreksizdir.

Madde âlemi de 'cüz'ün lâ yetecezzâ (quantum)'lardan oluşmuştur. Böylece 'BİLLAH' olmuştur. 'Her şey Allah ile' denmektedir. Yani "müsebbibü'l-esbâb" O'dur.


Demek ki; birden iki, ikiden dört meydana gelmiştir.

Bundan sonra Allah, hayat âlemini ortaya koymuştur. Canlıyı yaratmıştır. Hayatı 'Ha' harfi ile belirlemiştir. Çünkü Allah'ın bir vasfı burada tezahür etmiştir. Yine 'He'nin mahrecine dönülmüştür. Ne var ki, 'He' süreksiz olduğu hâlde, bu 'Ha' sürekli olmuştur.

'Lam'lardan 'Ra'lar meydana geldi. 'Lam' harfi 'Ra' ile idgam edilmiştir. 'Ra'nın biri hayatın nebat tarafını belirlemiştir. Çünkü artık moleküller numaralanmış atomlardan oluşuyordu. Diğer 'Ra' da enerji ve hayvanatı belirtmekte idi. Çünkü onun ruhu vardı. Böylece 'BİLLAHİR-RAHMİ' olmuştur. Yani, 'Rahmet Allah iledir'. Hayat rahmettir. Çünkü hayat doğmak ve üremek demektir. 'Rahm' da bu üremeyi belirler.

Böylece canlı âlem de tanımlanmış olmaktadır.


Bundan sonra, Allah insanı yarattı ve ona kendi ruhundan üfledi. Hayattan daha öteye kendisinden olan bir varlığı var etti. Bunu 'harf-i med' ('Ya' harf-i medi) ile belirledi . 'Ya' harfi, mahreçte 'He' ve 'Ha' harflerinden daha öndedir. Arka kameriyedendir. Ancak boğaz harflerinden değildir.


Allah insanı kendisine, yeryüzüne, hatta kâinata halife kıldı. 'Ben' manasına gelen 'Ya' harfi ile bunu belirledi.

'Ra'lar çoğalıp tekrar 'Ra'lar oldu. Bunlar insanın biyolojik tarafı yanında sosyal tarafını tarif etti.

'Lam' çoğaldı 'Sin' oldu; 'Lam' çoğaldı 'Nun' oldu. Bunlar da insanın ilim ve lisan tarafını belirledi.

Böylece, 'BESMELE' ile kâinatın oluşumu tarif edildi. İkili yaratılma sistemi belirlendi.

'BİSMİ eLLAHİ elRaXMaNi elRaXyMi' oldu.


Fatiha da böyle yedi 'BESMELE' (ikili olarak oluşmuş)'den meydana gelir. Fatiha'nın harf sayısı 'BESMELE' harf sayısının yedi katıdır. Her çeşit harfler çoğaltılıp yerleri değiştirilerek oluşmuştur. Buna benzer bir oluşumu, canlıların hücrelerinde bulunan kromozomların oluşumunda görüyoruz.


Kur'ân, bu hususa işaret ederek: "Biz sana yedi BESMELE'yi ve BÜYÜK KUR'ÂN'ı verdik."(Hicr[15];87) demektedir. 'BESMELE'nin Kur'ân'daki adı 'MESANİ'dir. Çünkü bu Kur'ân'da 112 defa tekrar edilmektedir. Harfleri de mükerrerdir.


Kur'ân'da Fatihe suresindeki harf sayısı kadar sure vardır ve bunlar ikili sisteme göre düzenlenmiştir. Kur'ân bunu da; "Allah sözün en güzelini indirdi: MESANİ ve MÜTEŞABİH KİTABI"(Zümer[39];23]'ı demek suretiyle belirtmektedir.

Görülüyor ki; Kur'ân'ın yapısı ile kâinatın yapısı aynıdır. Her ikisi de ikili sisteme göre oluşturulmuş ve ikili sisteme göre telif edilmiştir.


Kur'ân'dan olmadığı söylenen Tevbe Suresi'nin son iki ayetinin Kur'ân ayetlerinden olduğu, bu yoldan çok basit bir şekilde ispatlanabilir. Asıl "Kur'ân yakıldı!" diyenler, bu usûlle bir harfin bile ilâve veya eksiltilmesinin mümkün olmadığını görebilirler. Ancak burada bu konulara girilmeyecektir. Biz sadece bu konuda da bir hatırlatmada bulunmayı zaruri gördük.



Şimdi, Kur'ân'ın oluşlar ve olaylardan önce yazıldığını bir başka örnek ile açıklayalım. Allah'ın her şeyi iki kutuplu yarattığını, daha önce ifade etmiştik: Sağ kutup ve sol kutup.


Kur'ân'da bu konu ile ilgili toplulukların sağcılar ve solcular şeklinde ifade edildiği görülmektedir.

Kur'ân'ın inzalinden bin yıl sonra toplanan bir mecliste, kendilerene 'solcu' olarak isimlendiren bir grup bu meclisin solunda oturmuşlardır. Bunlar, mevcut düzeni ve tanrının varlığını inkâr eden gruptu. Arapçada 'sol' aynı zamanda 'kuzey' anlamına da gelmektedir. Daha sonra bu solculuk anlayışı yeryüzünün kuzeyine sıçramış ve Sovyet Rusya'da geniş bir uygulama alanı bulmuştur. Allah'ı inkâr eden ve mülkiyet düzenini, aile düzenini, din ve milliyetçiliği ortadan kaldırmaya çalışan bu uygulama, müstebit bir yönetim tarzını ortaya çıkardı.


Demek ki; Kur'ân olaylardan sonra değil, olaylardan önce yazılmıştır. Önce irade edilmiş, sonra olaylar bu projeye ve plana göre yürümüş olmaktadır.


Ayrıca, Kur'ân'da mıknatısın sağ ve sol kutbundan bahsedilmemiştir ama; cemiyetteki benzeri olan sağ ve soldan bahsedilmiştir. Bundan dolayı, Kur'ân'ı bir elektrikçi okuyor ve onun anlayışına göre manalandırıyorsa, bu demektir ki, o yerde mıknatıstaki sağ ve sol kutuplar anlaşılacaktır.

 

Bütün bu anlatılanları aşağıdaki şekilde takip edebilirsiniz:


 

 

EL-HAMDÜ LİLLAH

 

Şimdi Kur'ân'ın bir cümlesini tahlil ederek, Kur'ân'ın nasıl her ilmi içine alan bir kitap olduğunu göstermeye çalışalım.


Kur'ân, 'BESMELE'den sonra "EL-HAMDÜ LİLLAHİ" diye başlamaktadır. Manası, "Allah'a hamd olsun" demektir.

Karnı doyan aç bir insan, şifa bulan bir hasta, bunun Allah tarafından geldiğini bilerek "EL-HAMDÜ LİLLAH" der. Bu dediği doğrudur. Bu cümle, halk bunu böyle anlasın diye inzal edilmiştir.


Şimdi bu cümleyi bir ilim adamının nasıl anladığını analiz edelim:

'HAMD', ilim adamının anlayışına göre 'değer' demektir; 'övülmeye lâyık değer' demektir. Değerlerin bir kısmı sade olup güzellik taşır. Meselâ, bir tablo böyle bir değerdir. Bir şiir böyle bir değerdir. Buna 'estetik değer' adı verilmektedir.


Bir de, bir şeyin bir işe yaraması sebebiyle değeri vardır. Eski de olsa, bir araba böyledir. Çok çirkin ve hatta tehlikeli olsa da, bizi taşıdığı ve istediğimiz yere götürdüğü için bir değeri vardır. Böylece, bunlardan birincisine 'estetik değer', ikincisine ise 'fonksiyonel değer' denilmektedir.


İnsanlar genel olarak hem estetik değeri hem de fonksiyonel değeri ortaya koymakta güçlük çekerler. Edebî değeri olan eserlerin ilmî kıymetleri ya azdır veya hiç yoktur. İlmî değeri olan eserin de edebî değeri ya azdır veya hiç yoktur. Halbuki Kur'ân'ın hem ilmî değeri hem de edebî değeri vardır. Allah'ın yarattığı âlemin hem estetik değeri hem de fonksiyonel değeri vardır. Bir çiçek ne kadar güzeldir ve aynı zamanda ne kadar fonksiyonel ve faydalıdır. Sözünü ettiğimiz bu özellik de, Kur'ân'ın 'Allah Sözü' olduğunu ispatlayan en büyük bir mucizedir.

Diğer taraftan Allah (Kur'ân ile) kâinatı varedici olan tek varlığı bildirir. BizlerAllah'ı göremeyiz ve idrak edemeyiz. Ancak Allah'ı bu Âlem içindeki (kâinattaki) birlikten dolayı kolayca idrak edebiliriz. Kâinat, eğer bir olan Allah'ın eseri olmasaydı, bu birlik ve âhenk meydana gelmezdi. Bundan dolayıdır ki, insan, Allah'ın halifesi olarak varedilmiş ve halifelik fertlerden ziyade topluluğa izafe edilmiştir. 'Allah'ın hakları' demenin 'âmmenin (topluluğun) hakları' demek olduğu, fıkıh ilmi ile biraz olsun ilgilenenler tarafından bile bilinmektedir. Çünkü, topluluk Allah'ın halifesidir.


Şimdi, "EL-HAMDÜ LİLLAH" deyince, değişik ilim adamlarına göre şunlar anlaşılacaktır; "Estetik ve fonksiyonel değerler birlik içindedir". Yani, parçalar ayrı ayrı ne güzeldir ve ne de bir işe yaramamaktadırlar. Eğer parçalar çevre ile bir bütünlük kurabiliyorlarsa, o zaman bir estetik ve fonksiyonel değeri vardır, demektir.


Karnını doyuran aç bir insan, bu nimetin bütün içinde bir değer olduğunu hatırlıyor ve o bütünün sahibi olan Allah'a hamd ediyor. Bir hasta şifa bulunca, sağlığının yine bütün içinde bir değerinin olduğunu hatırlıyor ve o bütünün sahibine hamd ediyor. Teker teker meseleleri halletmenin bir işe yaramadığını, ancak birlikte ve bir bütün olarak meselelerin halledilebileceğini, onun için topluluğun varlığını korumak zorunda olduğunu hatırlıyor. Hamd etmek demek, aynı zamanda doğru bir insan olmaya karar vermek demektir.


Şimdi bu anlayış çerçevesinde her meslek sahibi ayrı ayrı şeyler düşünecektir:

Bir astronom; Günaş'i düşünürken diğer gök cisimleri ile beraber ele alacak, onların içinde estetik ve fonksiyonel değerini belirleyecektir.


Bir coğrafyacı; Kızılırmak nehrini düşünürken, aynı zamanda Karadeniz'i, Dünya'yı, kutupları ele alıp bunlara göre nehrin yerini tayin edecektir.


Bir ressam; resim yaparken hep hamdi hatırlayacak ve çizeceği bir çizginin veya tablosuna koyacağı bir rengin mahiyetini ona göre takdir edecektir.


Bir tabib; gözü tedavi ederken, bütünlüğü bozmamak amacıyla kulağı veya başka bir organı malûl hâle getirmemeye özen gösterecektir.


Bir başkan; başkanlığının topluluk sayesinde olduğunu bilecek ve bundan dolayı kendisi diktatörlük vehimleri içine girmeyecektir.


Herkes, eğer bir değere sahip ise topluluk içinde o değere sahiptir, demektir. Dolayısıyla kendisinde gurur veya üstünlük duygusu meydana gelmeyecektir. İnsanın kendi şahsi düşünceleri iyi olabilir. Ancak topluluk o düşünceleri alacak durumda değilse, o zaman çevreye zorla kabul ettirme cihetine gitmeyecektir. Önce çevreyi doğruya inandırmalı, o topluluğu ikna etmeli, ondan sonra çevrenin o doğruyu yapmasını istemelidir. Çünkü doğrunun, doğruların yanında bir değeri vardır. Bundan dolayı dinde zorlama yoktur.


Topluluklar benimsememiş oldukları hukukla yönetilemezler. Topluluklara iyi yönetim şeklini benimsetmek ayrı şeydir; benimsemedikleri şeyi uygulamaları için zorlamak ayrı şeydir. Bundan dolayıdır ki, kanun kötü ise önce değiştirilir, daha sonra yeni kanunu uygulama merhalesine geçilir. İşte bu anlayıştan dolayı, İslâmiyet'te her mezhep mensupları kendi hukuklarını yaşarlar; değişik din mensupları da kendi dinlerine inanırlar. Yeni mezhepler oluşturmak her zaman mümkündür. Her belde veya bucak kendi nizamını ve hukuk düzenini uygular.


Her topluluğun kendi ana sözleşmeleri vardır. Devlet, insanların benimsemiş olduğu hukuk sistemini yaşatmak için; halkın istediği gibi yaşamasını sağlamak için; onların hukuk hürriyetlerini korumak için vardır.

Bu sistem önce İslâmiyet tarafından getirilmiştir. Çağımızda bütün demokratik ülkeler tarafından da benimsenmiştir. Akit serbestliği vardır. Çağımızda bu düzene, halkın kendi kendisini yönetmesi anlamında 'demokrasi' denilmektedir.


Bütün bunlar, parçanın bütün içinde bir değeri olduğunu ifade eder. Kişilerin diğer kişileri zorlamaya hakları yoktur. Çünkü herkes Allah'a karşı sorumludur ve bütün yaptıklarının hesabını verecektir. Devlet, kişilerin bu hürriyetlerini gerçekleştirmek için yardımcı olur.


Anlattıklarımızda da açıkça görülmektedir ki; Kur'ân'daki 'EL-HAMDÜ LİLLAH' mühendise, avukata, sosyoloğa, tabibe farklı şeyler anlatmaktadır. Ancak, her birinin o müessese içindeki benzer şeyi anladığı gözden uzak tutulmamalıdır. Artık, ressam da, hukukçu da, tabip de, mühendis de aynı kitabı okuduğu hâlde; kendi konularındaki benzer şeyleri anlıyorlar ve fakat farklı yerlerde uyguluyorlar.

 

 

KUR'ÂN ARAPÇASI

 

Anlattıklarımızdan da görüleceği gibi; bütün ilimler Kur'ân'ın bir tefsirinden ibarettir. Kur'ân, sadece değişik kavimler arasında değil, değişik çağlar arasında da birliği sağlamaktadır.

Bunun bir sonucu olarak, bize göre, şunlar yapılmalıdır:

1. Bütün ilimler 'Kur'ân Arapçası' ile tedris edilebilir; edilmelidir.

2.Istılahlar (kavramlar) 'Kur'ân Arapçası' ile geliştirilebilir; geliştirilmelidir.

3. Her dilden 'Kur'ân Arapçası'na tercüme edilmeli ve her dille 'Kur'ân Arapçası'ndan tercüme yapılmalıdır.

4. 'Kur'ân Arapçası' yayın merkezleri kurulmalı ve neşriyat yapılmalıdır.

5. Dergi ve gazeteler 'Kur'ân Arapçası' ile çıktıktan sonra mahalli katkılarla mahalli dillere çevrilmelidir.

6. Sonuç olarak diyebiliriz ki; Kur'ân dili medeniyetlerin dili olmalı ve Kur'ân medeniyetlerin kalbi hâline gelmelidir.

Artık insanlık bu dağınıklıktan ve parça parça olmaktan kurtarılmalıdır. Bu uygulama ve gelişme, siyasî baskılarla değil, bu alanda tatbik edilecek üstün hizmetlerle yapılmalıdır.

Eğer bizim 'Kur'ân Arapçası' ile yazılmış olan tıp kitaplarımız kanser hastalarını kurtarıyorsa, herkes 'Kur'ân Arapçası'nı öğrenecektir. Çünkü ona muhtaçtır. Böylece Kur'ân'ı öğrenecektir. Bizim uçağımız daha verimli ise, herkes bizim getirdiğimiz medeniyeti benimseyecektir.

Şunu burada açık bir şekilde ifade etmeliyiz ki; biz bunu bugün yapmasak dahi, ileride Kur'ân üzerinde bu çalışmalar yapılacak ve Kur'ân'ın Allah sözü olduğunu herkes çok açık bir şekilde anlayacaktır.

 

 

MEDENİYETLER

 

İnsanlar önce meyve yediler, sonra avcılık yaptılar, sonra çoban oldular ve daha sonra ziraate başlayıp tarlalarını ektiler. Daha sonra pazarda mallarını değiştirmeye başladılar. Bilâhare tüccar sınıfı ortaya çıktı ve malları toptan alıp sattılar. Böylece bütün dünya tek pazar hâline geldi. İnsanlık, ilk yaradılıştan bugüne kadar bu merhaleleri geçirmiş oldu.


İslâmiyet, bütün dünya işte böyle bir ekonomik ünite hâline geldiği safhada bütün insanlığa hitap etti. Böylece İslâm Medeniyeti kuruldu ve dünyaya yayıldı. Daha sonra Batı Medeniyeti doğdu. Batı Medeniyeti döneminde mal mübadelesi yerine emek mübadelesi devri başladı. Faizli işçilik sistemi tesis edildi. Şimdi bu sistem de çökmekte ve yerine yeni bir sistem gelmektedir; Faizsiz Ortaklık Sistemi. Bu yeni sistemin hükümlerinin tamamı Kur'ân'da vardır ve bütün insanlık bu sisteme muhtaçtır. Çağdaş problemlerden kurtulmak için dört elle bu sisteme sarılmak ve olanca gücü ile onu uygulamak zorundadır.


Meseleye başka bir açıdan bakacak olursak, tarihte iki çeşit medeniyet olagelmiştir:

Biri, 'Ma'şerî Hak Sistemi'ne dayanan medeniyettir ki; zora değil, anlaşma ve barışa dayanmaktadır. Bu şekliyle bakıldığında İslâm esasen 'barışa girmek' demektir.

Diğeri, 'Merkezî Kuvvet Sistemi'dir ki; baskıya, zora ve kuvvete dayanmaktadır.

Birincisinde, haklı kim ise kuvvetil odur. Diğerinde ise, kuvvetli olan haklıdır. Bu medeniyetler ikizdir. Gece ile gündüzün ard arda gelmesi gibi, yaz ile kışın peşpeşe gelmesi gibi, bunlar da birbirini takip etmektedir.

Mezopotamya Medeniyeti gündüz medeniyetidir. Ma'şerî Hak Sistemi'ne dayanır ve Hz. İbrahim'in getirdiği medeniyettir. Bundan sonra, Merkezî Kuvvet Sistemi'ne dayanan gece yani kış medeniyeti olan Mısır Medeniyeti gelmiştir.


Daha sonra gelen İbrani Medeniyeti gündüz medeniyetidir, Ma'şerî Hak Sistemi'ne dayanmaktadır ve Hz. Musa tarafından getirilmiştir. Bunun arkasından, Merkezî Kuvvet Sistemi'ne dayalı olarak karanlık Yunan Medeniyeti gelmiştir.

Bu medeniyetin arkasından, bir barış medeniyeti olarak Hıristiyanlık Medeniyeti gelmiştir. Hakka dayalı olan bu medeniyeti de Hz. İsa getirmiştir. Bu medeniyetin ardından da, Merkezî Kuvvet Sistemi'ne dayalı olan Roma Medeniyeti gelmiştir.


Sonra İslâm Medeniyeti Ma'şerî Hak Sistemi'nin bütün esaslarını getirmiş, bu arada İCMA ve İÇTİHAT müesseselerini oluşturmuştur. Devleti, din devleti yani bir tek dinin hükümran olduğu devlet olmaktan çıkararak, değişik dinlerin bir devlet içinde yaşamalarına imkân vermiştir.


İslâm Medeniyeti'nin ardından, Merkezî Kuvvet Sistemi'ne dayalı olarak Batı Medeniyeti doğmuştur. Bu medeniyet, değişik dinlerin bir devlet içinde yaşaması yerine, dinsizliği yani ateizmi getirmeye çalışmıştır.Bu medeniyet, 'ekseriyet' uygulamasının hüküm sürdüğü 'demokrasi düzeni' ve ekonomik hayata yön veren 'faiz sistemi' ile kendisine özgü bir medeniyettir. İki kanadı vardır: Ekonomiye hâkim kılan kapitalizm ve yönetime hâkim olan sosyalizm.

 

 

SONUÇ

 

Görülüyor ki, bilinen medeniyetler tarihi boyunca bir gündüz ve bir gece medeniyeti peşpeşe gelmiştir. Böylece bugünkü çağda biz, dört çift medeniyetin sonuncusunun son zamanlarını yaşamaktayız. Asıl anlatmak istediğimiz budur. Elbette bunun arkasından gelecek olan, yine 'Ma'şerî Hak Sistemi'ne dayalı yeni bir gündüz medeniyeti olacaktır.

Bu yeni medeniyet, ekseriyet sistemine değil; nisbî sisteme dayalı olacaktır. Faizli İşçilik Sistemi'ne değil; Faizsiz Ortaklık Sistemi'ne dayalı olacaktır. Bu medeniyet, yeni peygamberlere değil, 'yeni içtihatlara ve icmalara' dayanacaktır. Bu medeniyete, 'Beşinci İslâm Medeniyeti' adını verebiliriz.

Açıkça görülüyor ki, makrodaki olaylara bizim bir etkimiz bulunmamaktadır. Kur'ân'ın tesbit ettiği esaslar içinde kendiliğinden cereyan etmektedir. Biz istesek de istemesek de, gelecek dünya, geleceğin dünyası, Kur'ân'ın merkez olduğu, 'Ma'şerî Hak Sistemi'ne dayalı, 'Faizsiz Ortaklık Sistemi' esasları içinde bir medeniyet olacaktır.

Bütün bunlar, Kur'ân'ın bir mucizesidir.

Şimdi yapılacak olan nedir?

Bizim yapmamız gereken nedir?

Bize göre, bu hususta bütün bu anlatılanları bütün ilimler çerçevesinde değerlendiren ve Kur'ân'ı bu açıdan ele alan bir 'KUR'ÂN VAKFI' kurulmalıdır.

Bizim, bugün için en büyük gaye ve hedefimiz, bu vakfın kurulması ve faaliyetlerine başlamasıdır. Biz, bu konuda ve bu amaç çerçevesinde bizimle çalışacak arkadaşlar arıyoruz.

Aşağıda, öneri olarak bu konu ile ilgili bir sözleşme örneğini takdim ediyoruz.




KUR'ÂN VAKFI SÖZLEŞMESİ

 

Madda 1- Geleceğin 'Ma'şerî Hak Sistemi' ve 'Faizsiz Ortaklık Sistemi' esasları çerçevesinde kurulacak olan '5. İslâm Medeniyeti'ne doğru hazırlıkları yapmak üzere bir VAKIF kurulmuştur. Geleceğin bu Barış Medeniyeti KUR'ÂN'a dayalı olacağı için bu vakfın adına 'KUR'ÂN VAKFI' adı verilmiştir.

Madde 2- Bu Vakıf, hangi ülke izin verirse o ülkede kurulacaktır. Sonra bu ülke merkez olmak üzere bütün ülkelerde şubeler kurulacaktır.

Madde 3- Bu Vakfa geleceğin '5. İslâm Medeniyeti'ni benimseyen herkes; din, dil, ırk, ülke farkı gözetilmeksizin katılma hakkına ve imkânına sahiptir.

Madde 4- Bu Vakfa katılanlar Bir Altın (Türkiye'de Bir Cumhuriyet Altını) ile iştirak etmiş olacaklardır. Bu Vakfı desteklemeye devam ettikleri takdirde, bu altınlarını almayacak ve kazanç da beklemeyeceklerdir. Vakıf'tan desteklerini çekmek isteyenler, bu altınlarını geri isteyebileceklerdir.

Madde 5- Vakıf bu altınları altın olarak muhafaza edecek, bunun yerine de 'Altın Senedi' çıkaracaktır. Bu senedin miktarı, bu şekilde toplanan veya mevduat olarak verilen altın adedinin 5 mislinden fazla olamaz. Bu suretle iştirak eden kimselerin talep etmeleri hâlinde altınlar bir yıl sonra iade edilecektir. İade edilmemesi hâlinde, o ülkede bu Vakıf tasfiye edilecektir.

Madda 6- Vakıf için her 5.000 nüfuslu toplulukta bir temsilci bulunacak; her 500.000 nüfuslu toplulukta bir şube ve 50.000.000 nüfuslu ülkede bir merkez tesis edilecektir. Vakfın bu kuruluşlar dışında bir de Merkezler Birliği olacaktır.

Madde 7- Temsilcilerin orta ehliyetli, şube temsilcilerinin yüksek ehliyetli, merkez temsilcilerinin üstün ehliyetli olmaları şarttır. Vakıflar temsilciler aracılığı ile yönetilir. Temsilci olabilmek için o Vakfa bağlı olan üyelerin en az 1/20'sini temsil etmek gerekir. Bir temsilci, üyelerin ancak 1/5'ini temsil edebilir.

Madde 8- Üyeler temsilcilerini değiştirebilirler. Tamamen ayrılmak isteyen üyenin temsilcisi, yeni üye bulmak suretiyle görevine devam eder. Bulamadığı takdirde, temsilciliği tasfiye olunur. Üyelik, yeni üyeye intikal eder veya üyeler diğer temsilcilere bağlanırlar. Bu ayrılma işlemi şubede halledilir. Şubede halledilemediği takdirde, merkezde halledilmeye çalışılır. Merkezin de halledememesi durumunda, o ülkede Bu Vakfın şubesi dağılır ve doğan zararları karşılayacak olan meblağlar bulunmadıkça yenisi kurulamaz.

Madda 9- Mevduat sahiplerinin yönetime katılma yetkileri yoktur. Üyelerin yönetime katılma yetkileri vardır. Her türlü kararlar Ma'şerî Hak Sistemi'ne göre yani KUR'ÂN'a göre alınır. Mevcut mevzuatın âmir hükümlerine aykırı kararlar alınamaz.

Madde 10- Altınlar millî bankalarda muhafaza edilir. Vakıf, bir Altın Senedi çıkarır. Altın Senedi'ni millî paralarla alıp satar. Millî paralar millî bankalarda muhafaza edilir. Altın Senedi, her zaman altınla değiştirilebilir.

Madde 11- Vakıf, desteklediği Faizsiz Ortaklık Sistemi'nde çalışan teşebbüslerin hisse senetlerini alıp satar. Bunu işletme adına yapar. Alış ve satış fiyatları arasında fark yapmaz. Fiyatlar arz ve talebe göre yükselir veya düşer. Ancak, burada kâr veya zarar, katılan ortaklara ait olup Vakfa ait değildir. Vakıf burada sadece müesseseler arasında kredileşmeyi sağlar. Böylece değerlere likidite kazandırarak işletmelerin çalışmasını temin eder.

Madde 12- Vakıf desteklediği teşebbüslerin hâsılalarından bir pay alır. Bu pay en çok 1/5 olabilir. Vakıf ayrıca Genel Hizmetlerini de kendisi yapar. Tescil, ehliyet, anbar, hakemlik, yayın ve muhasebe gibi hizmetleri ifa eder. Denetimi elinde bulundurur.

Madde 13- Bu suretle temin ettiği gelirler ile teşebbüslerin kefili olmuş olur. Bunun dışında, 'Ma'şerî Hak Sistemi'ne dayalı 'Faizsiz Ortaklık Sistemi'nin oluşması için harcamalar yapar.

Madde 14- Vakıf bir taraftan Eğitim Merkezleri kurarak burada Kur'ân Arapçası ile tedrisat yapar; diğer taraftan Faizsiz Ortaklık Sistemi'ne göre işletmeler kurar ve buralarda sadece öğrencileri ve öğretmenleri çalıştırır. Buradaki öğretmen ve öğrencilere verilecek ücretler, bir taraftan üretime göre belirlenir; diğer taraftan bunların ilimdeki rütbeleri nazarı itibara alınır. Böylece, ilmi ile amel eden geleceğin insanları yetiştirilir.

Madde 15- Buralarda çalışıp okuyanlara artırdıkları meblağlar da kendilerine sermaye olarak verilerek ülkelerine gönderilir ve oralarda da bu hizmetlerin yapılması sağlanmaya çalışılır.

Madde 16- Dünyanın her dilinde mevcut olan tüm eserlerin 'Kur'ân Arapçası'na çevrilip arşivlenmesi sağlanır. İsteyen ülkeler, istedikleri kitapları Arapçadan kendi dillerine çevirirler. Böylece milletlerin 'Kur'ân Arapçası'ndan başka bir dil öğrenmelerine gerek bırakılmaz.

Madde 17- Her ulus kendi dilini konuşacak ve yazacaktır. Ancak yazı dili birleştirilecektir. Ayrı ayrı faydaları olan LÂTİN ve ARAP ALFABESİ ıslah edilerek kabul edilmelidir. Bu iki alfabe dışında bir alfabe kullanılmamalıdır. Çin ve Japon Alfabelerindeki şekiller muhafaza edilmeli, ancak bu şekiller Arap Alfabesinin çizgileri ile doldurulmalıdır. Böylece, Japonlar kendi dillerinde kendi şekillerini okuyabildikleri gibi, herkes Arap harfleri ile o dilin seslerini okuma imkânını bulmalıdır.

Madde 18- Bu Vakıf böylece bütün beşeriyetin ve çağların merkezi olarak faaliyet göstermelidir. Vakıf millî devletlere karışmamalı; millî devletler vakfa izin vermelidirler. Radyo ve Televizyon neşriyatı Kur'ân Arapçası ile yapılmalıdır.

Madde 19- Bu Vakfın üyeleri veya kuruluşları arasında çıkacak ihtilâflar, mahallî mevzuatların usûl hükümlerine göre, hakemler aracılığı ile hallolunur. Özel anlaşmaların hükümleri geçerlidir.