KUR'AN-I UYGULAMA METODU

I- ÖĞRENME

 Balinanın ağzı 6 metre kadar büyüktür. Biz balinanın karnında yaratılsaydık, odamızda yaşar gibi yaşardık. F tipi hapishanelerden çok daha lüks olurdu. Hiç sıkılmazdık da. Dokuz ay sonra balina orasının suyunu boşaltır, hava ile doldururdu. Göbeğimizi de keser, yerine iç memeleri ile beslemeye başlardı.

 20 yaşımıza geldiğimizde bizi Hz. Yunus (AS) gibi kıyıya atıverirdi. Beynimize bilgisayarımızı yükler gibi program yüklerdi ve biz deneyimli 20 yaşında bir delikanlı olurduk.

 Ne var ki, Allah bizi böyle yaratmadı. Anne karnında oluştuk, doğduk, ailemiz bizi büyüttü.

 20 yaşına geldiğimizde, topluluğumuz bizi eğiterek o hâle getirdi. Eğer anne-babamız olmasaydı, topluluğumuz olmasaydı, bizim şimdi varolmamız mümkün olmazdı. Biz belli yaşa geldiğimizde borçluyuz. Kime? Bizi yetiştirenlere borçluyuz. Ne var ki, onlara bizim borcumuzu ödememiz mümkün değildir. Onlar da borçlu idiler. Bizi yetiştirmekle borçlarını ödediler. Biz de şimdi çocuklarımızı yetiştirirsek borcumuzu öderiz.

 Bu durum bize şunu söylüyor: Öğreneceksin ve öğreteceksin. Böylece borçlu gitmezsin. Öğrenmezsen yaşayamazsın, öğretmezsen borçlu gidersin. Kötü insan olursun. Öldükten sonra hayat olsun olmasın, insan borçlu gitmemelidir. Buna, öte hayat ihtimali olduğu için mecburuz. Eğer yaparsan, yararı olma ihtimali var; ama yapmazsan zararı olma ihtimalı varsa onu yapmalısın.

 O halde, Müslüman olduğumuz için öğrenmeliyiz ve öğretmeliyiz.

  

 1- ÖĞRENECEK

 Kendimizin duyu organları vardır: Görürüz, duyarız, tadarız, koklarız, dokunuruz ve ayrıca elimizin nasıl durduğunu biliriz. Ağrımız olursa duyarız, acıkırsak biliriz, havasız kalırsak sıkılırız. Bunlar bizim kendi edindiğimiz deneyimlerimizdir. Ancak biz bunların hepsini kendimiz deneyerek elde edemeyiz.

 O zaman ateşin yaktığını bilebilmemiz için elimizi ateşe sokmak zorunda kalırdık. Yapacağımız şeyi bizDen öncekilerden öğrenmek; görerek, ders alarak, tartışarak, uygulayarak onlardan öğrenmek.

 Basar, sem’, fıkh ve amel bizim öğrenme araçlarımızdır. Biz bir öğretmenden öğrenmeyiz. Değişik öğrtmenleri dinleriz. Onlardan aldıklarımızı birleştirir, onu kendimzie ilim yaparız. Buna “içtihat” denmektedir.

  

 2- ÜRETECEK

 Hayvanlar doğuştan yaşamaları için her türlü bilgilere sahiptirler. Görenek yoluyla her şeyi öğrenerek yaşarlar. Hayvanlarda türler arasında biyolojik evrim vardır, sosyal evrim yoktur. 10 milyon yıl önceki arının genleri ne ise bugünkü arının genleri de aynıdır. O arı ne biliyrosa, bugünkü arı da onu biliyor. O ne yapıyorsa, bugünkü arı da onu yapıyor. Oysa, bundan 40 sene önce ne televziyon vardı, ne bilgisayar vardı; buna rağmen insanoğlu aya gitmişti. Bugün ise cep telefonlarımız vardır. İnsan kendi eksikliğini “öğrenme” yoluyla gidermektedir.

 İnsan çıplak yaratıldı. Kendi elbisesini kendisi üretti. Elbiseyi doğadan hazır almadı. Bu sayede yani ürettiği özel elbise sayesinde bugün uzaya gidebildi. Oysa, hiçbir canlı atmosferin yüksek tabakalarında bile bulunamıyor. Ay’dan gelen kayalar üzerinde yapılan incelemeler göstermiştir ki, oralarda hayat izi yoktur. Oysa, Dünya’daki en eski kaya parçalarında yapılan araştırmalardan anlaşılmıştır ki, 3.8 milyar yıl önce mükemmel bir varlık olarak yeryüzünde bakteri vardı. Su da bu zamanda ortaya çıkmıştır. Demek ki hayat su ile başlamıştır; hem de evrimleşmiş biçimi ile. Hayatı Güneş sistemine götüren varlık insandır. Bunu özel elbisesi ile yapmıştır.

 O halde bizim görevimiz sadece öğrenmek ve öğretmek değildir. Hayvan olsaydık bu bize yeterdi.

 Biz ise insanız.

 -Öğreneceğiz; -Katkıda bulunacağız; -Onu öğretip üreteceğiz...

 Bunları yaparsak, görevimizi ancak o zaman yapmış oluruz.

 Ne var ki, öğrenme tek başına olmadığı gibi, bilgi üretme de tek başına olmamaktadır. Birlikte çalışarak bir şeyleri meydana getirebiliriz. İşte bu sebepledir ki yaşayanlar bilgilerini birbirlerine aktarmak zorundadırlar. Yeni bilgiler böyle oluşur.

 Osmanlı medreseleri bin yıl önceki içtihatları ezberlemekle yetiniyorlardı. Bugünkü üniversiteler de sadece Batı dünyasında üretilmiş bilgileri öğrenip öğretmekle meşguller. Kendileri ilme katkı yapmıyorlar; yapamıyorlar. Çünkü birlikte çalışmıyorlar. Öğrendiklerini birbirlerine aktarmıyorlar.

 İşte, bu durumda mü’minlerin görevi;

 -Öğrenecekler,

 -Birbirlerine aktaracaklar,

 -Kollektif olarak bilgi üretecekler ve

 -Çocuklarına intikal ettireceklerdir.

 Şimdi biz burada (günlük meal ve tefsir çalışmalarında ve haftalık çok yönlü seminerlerde) bunun için toplanıyoruz. Ben size benim katkılarımı anlatıyorum. Siz de bana ve birbirinize katkılarınızı anlatmaya başladığınız gün, muasır medeniyetin fevkine çıktık demektir. Çünkü bizim elimizde Batı dünyasının elinde bulunmayan kaynaklar vardır.

 Bu nasıl başarılacaktır?

 -Toplantılar yapıp bilgilerimizi birbirimize anlatmak;

 -Yazılar yazıp birbirimizin yazılarını okumak;

 -Ortaklıklar kurup uygulamalar yapmak;

 -Ortak imtihanlar yapıp icazetler vermek

 suretiyle başarılacaktır.

  

 3- ÖĞRETECEK

 -Biz öğrenmekle yükümlü olduğumuz gibi, aynı zamanda öğretmekle de yükümlüyüz.

 -Bizimle tartışacak seviyeye gelmemiş olan kimselere bilgilerimizi aktarmalıyız.

 -Hepimizin en az iki öğrencisi olmalıdır ve onlarla özel olarak ilgilenmeliyiz.

 -Onun seviyesini belleyerek onu kendi seviyemize çıkarmaya çalışmalıyız.

 Demek ki;

 -Bizden daha üstün seviyede olanlardan ders almalıyız.

 -Bizim seviyemizde olan arkadaşlarımızla tartışmalıyız.

 -Bizim seviyemize gelememiş olan kimseleri de eğitmeliyiz.

 -Öğretmenlik yapmalıyız.

 Şüphesiz, bütün bunları ibadet olarak yapmalıyız. Yani, ders aldığımız kimselere ücret verme yerine, ders verdiğimiz kimselerden ücret almama şeklinde olacaktır.

 Günlük hayatımızı aşağıdaki şekilde bölmeliyiz:

 -12 saatimizi yemek, içmek ve uyku ile geçireceğiz.

 - 6 saatimizi çalışıp üretim yapmak için geçireceğiz,

 - 6 saati de eğitim çalışmaları içinde geçireceğiz.

 İsteyenler bu 6 eğitim saatini 3 saate indirirler, üretim yapıp zekât verirler, eğitimi mâlen desteklerler. İsteyenler bu saatlerini de öğretimle geçirirler. 6 saati de üçe bölmeliyiz. 2 saat öğrenmekle, 2 saat araştırmakla, 2 saat de öğretmekle geçirilecektir.

 Bu saatler başlarken çakışma olmayacak bir şekilde düzenleme yapılmalıdır. Normal olarak herkesin ortalama 5 kadar öğretmeni, 5 kadar arkadaşı ve 5 kadar da öğrencisi olmalıdır.

 Böyle bir örgütlenme geleceğin dünyasını oluşturacaktır.

  

 4- DAYANIŞACAK

 Öğrenme, araştırma, üretme birlikleri yeterli değildir;

 -Dayanışma birlikleri kurma zorunluluğu da vardır.

 Bir havuzda yaşayan canlılar birlikte yaşamaktadır. Aynı sudan sulanmaktadırlar. Atıkları aynı sulara atmaktadırlar. Aralarında bir dayanışma olmadığı halde karşılıklı işbirliği doğmuştur. Bitkiler oksijen verip karbondioksit almaktadırlar. Hayvanlar da karbondioksit verip oksijen almaktadırlar. Böylece sudaki oksijen ile karbondioksit dengede kalmaktadır. Burada canlının her biri kendi çıkarı için çalışır, sonunda ortak yarar doğar. Kapitalizm düzeni budur.

 Bunun ötesinde canlılar arasında bir de dayanışma oluşur. Bu da elde edilen ürünleri bölüşme şeklinde olur. Birinin başına bir şey gelirse, birlikte savunmaya geçme şeklinde olur. Yani, canlılar imkânları fedakârlık yaparak bölüşürler. Böylece kendilerini garantiye alırlar. Yaşamalarını ve çalışmalarını sigortalamış olurlar.

 İşte bu şekilde öğrenen, araştıran, öğretip üreten kimseler bir araya gelip dayanışma içine girmişlerdir. Öğrenimlerini sigortalamışlardır.

 Bunun için;

 -“Serbest öğrenimi” sağlamalıdırlar.

 -Aralarında “İşbölümü” yapmalıdırlar.

 -“Ortak imtihanlarla” kolektif bilgiyi sağlamalıdırlar.

 -Nihayet, “teminatlı diploma” vermelidirler.

 a) -SERBEST ÖĞRENİM

 Hz. Adem’den önce insana benzeyen canlılar vardı. Dik yürüyor, âlet yapıyor, âleti kullanıyor, ateş yakıyordu. Ne var ki, bunların âletlerinin sayısı azdı, hem de aynı türde hep aynı idi. Ne yere göre, ne de zamana göre bir farklılık göstermiyordu. Dolayısıyla bu canlı varlık insan değildi. İnsan ne zaman farklı âletleri yapmaya, yani, iradesini kullanıp bilgisini üretmeye başladı, işte ondan sonra insan oldu.

 Diğer canlıların da dilleri var. Ancak, hem dilleri hep birbirine benzer, hem de zamanla değişmez. Halbuki insan “sosyal evrim” yaptığı için dili, sanatı, tekniği ve örfü hem yer itibariyle hem de zaman itibariyle farklılaşmaktadır. Ayrıldıktan sonra faklılaşır, sonra bir araya geldiklerinde sentez ortaya çıkar ve evrimleşir. 

 Bu gelişme ve evrim “serbest öğrenim” ile doğar. Yani, insan istediklerini istediği kimselerden öğrenmeli, istediklerini istediği kimselerle paylaşmalı, istediklerini istediklerine öğretmelidir. Bu “insan” olmanın gereğidir. Evrimin zaruri sonucudur.

 Ne var ki, insanlar bu insan haklarına kolay kolay saygılı olmamaktadır. Her şeyi öğrenmeye izin vermeyen insanlar avadır. Her şeyi tartışmaya izin vermeyen insanlar vardır. Şunu öğreteceksin, şunu öğretmeyeceksin dayatmasını yapanlar vardır. Uydurma gerekçelerle Türkiye’de bunu savunan geniş baskı grupları vardır.

 Önce, biz kendi aramızda serbest öğrenime imkân vereceğiz. İsteyenler istediklerinden istedikleri dersleri alsınlar, istedikleri ile tartışsınlar, istediklerine öğretsinler. Böyle bir dayanışma içine girmeliyiz.

 Bugün resmî tedris var, onları öğrenmeliyiz. Hiçbir bilginin zararı yoktur. Ama, bu arada resmî kanallarca öğretilmeyenler var. İşte, biz dayanışma içine girip bu serbest öğrenimi sağlamalıyız.

 Dayanışma ortaklığı şunu sağlayacak. Mesela, Kur’an’ı öğrenen değil de, istediğini öğrenmek isteyen ve başkalarına da istediklerini öğrenmeye yardım eden kimselerden oluşacaktır. İslâm âleminde tamamen serbest resmî okul ve programlar yokken, resmî mezhepler yokken, Batı dünyası bunun savaşını veriyordu. Batı bunu prensipte benimsemişse de, kıyıdan köşeden kısıtlamaya devam ediyor. Biz bunu hukuki yollardan aşmalıyız. Bir “hukuki savunma vakfı” kurup mağdur olanları korumalıyız. Ama bu bizim haklarımızı koruma anlamında değil, serbest öğrenim anlamında olmalıdır. Müslümanlar henüz bunu tam olarak kavramış değildirler. Adil Düzenciler bunu kavramalıdırlar.

 b) -İŞBÖLÜMÜ

 Her şeyi öğrenmek, her şeyi tartışmak ve her şeyi öğretmek zorundayız. Bir insanın bunları yapabilmesi imkânsızdır. O halde aramızda işbölümü yaparak neslimiz her şeyi öğrenmelidir. Neslimiz her şeyi tartışmalıdır. Neslimiz her şeyi öğretmelidir. Burada “her şey” derken, gücümüzün yettiği her şey anlamındadır. Elbette herkes her şeyi bilmeyecektir. Ama herkes kimin neyi bildiğini bilecektir. Doktorluğu ben bilmem; ama, tabelasında “doktor” diye yazılan kimsenin doktor olduğunu bilirim.

 Bu “işbölümü” sadece öğrenmede ve uygulamada olmaktadır.

 Oysa, bu öğrenmede, tartışmada, öğretmede de olmalıdır.

 -İzmir’deki çalışmalarımızda “Kur’an Tercümesi” yapılmaktadır...

 -Üsküdar’da “Halk İşletmeleri” çalışmaları tartışılmaktadır...

 -Yenibosna’da “Kur’an Tefsiri” çalışmaları yapılmaktadır...

 -Ankara’da da “Adil Düzen Anayasası” çalışmaları başlamıştır...

 Şimdi Ankara’daki arkadaşlarımız; İzmir’i, Üsküdar’ı ve Yenibosna’yı takip etmelidirler. Bu hususta bir sorun olduğu zaman o arkadaş buraya çözümü getirmelidir. Çözemezse, o zaman oralardan yardım almalıdır.

 Önce kendimizden başlayacağız. Aramızda “işbölümü” yapacağız. Türkiye’nin merkezlerinde bu “çalışma yerleri”ni kurmalıyız. Herkes “işbölümü” içinde kendisine düşen görevi yapmalıdır. Her grupta diğer grupları öğrenen kişiler olmalıdır. Ayrıca, ortak yayın organlarımız olmalıdır. Ama bunları “işbölümü” içinde okumalıyız. Değişik ilimleri değişik arkadaşlar takip etmelidirler. Tarihte seçilmiş kişileri ele alıp, onları inceleyip, onun eserlerini günümüze taşımalıyız.

 Öğretirken de genel kültür veriyoruz. Bu herkes için benzer olacaktır. Ama yetiştireceğimiz kimseler de “işbölümü” içinde yetiştirilmektedir. Aslında bu işbölümü bugün olmakta ise de, ortak kültür yeterli değildir. Fakültelerin sayısı da yeterli değildir. Sonra, üretme yani tartışma bölümü yoktur. Ya 1000 sene önceki fıkıh okutulmaktadır, yahut Batı dünyasının 100 sene önce buldukları tartışılmaktadır.

 “Adil Düzen Çalışanları” bu eksikliği gidermelidirler. Eksik fakültelerin yerini yeni ekoller almalıdır. Mevcut fakültelerin öğrenim ve öğretimine dışarıdan tartışma sokulmalıdır. Kitaplar yazılmalı ve bu kitaplar okunmalıdır. Tartışılmalıdır. Gruplanmalar oluşturmalıyız.

 c) -ORTAK İMTİHAN

 Öğrenim serbestliği ve işbölümü bizi parçalar ve ayırır. Dağınık bir kültür oluşur. Dolayısıyla, bizzat öğrenmeye, araştırmaya ve öğretmeye mâni olur. Bu birliği sağlayan bir mekanizmanın oluşması gerekir. Bu sayede hürriyet ile topluluk arasında bir denge sağlanır. Hem hür oluruz hem de birlikte yaşarız. Bu da “ortak imtihan” ile sağlanır.

 Ancak en yüksek seviyede olan öğretmenler tartışabilirler. Çünkü onlar öğrenme devrelerini geçirmişlerdir. Çünkü kendilerinden daha fazla bilen kimseler yoktur. Ders kitaplarını işte bunlar yazmalıdır. Soruları bunlar hazırlamalıdır. Ortak imtihanları bunlar yapmalıdır. Yani, her ekol başka ekolleri de öğrenmek zorunda olmalıdır. Çünkü imtihanda onların soruları da gelecektir.

 Demek ki, öğrenim serbest olmalı. İsteyen istediğini öğrenmeli, ama, “imtihan ortak olmalı”dır. Yani, her ekol diğer ekolü de öğrenmek, öğretmek ve onunla tartışmak zorunda olmalıdır. Bugün üniversite giriş imtihanları böyle ortak imtihanlardır. Ne var ki, sorular dayatmacıdır. Oysa, soruları öğretmenler sormalıdır. Mesela, her matematik öğretmeni kendisi bir soru sormalıdır. Böylece kolektif sorular oluşturulmalıdır. Bu sorular resmî ders kitapları ile cevaplandırılmalıdır. Metinler ortak olmalıdır. Açıklamalar değişik ekollere göre değişik olmalıdır.

 Biz kendi aramızda bu tür bir imtihan sistemini geliştirmeliyiz. Bunları okul haline getirmek tevhid-i tedrisata aykırıdır. Ancak, bunları sohbet hâlinde yapmak fikir hürriyeti gereğidir. Kanuna aykırı değildir. Biz “tabip diploması” veremeyiz ama, tabip diploması alanlara “tabip sertifikası” verebiliriz. Bizden sertifika alan doktorlara halk daha çok güveneceği için “Halk Öğrenimi” başlamış olur. Resmî öğrenim şart, halk öğrenimi gönüllü olur.

 Türkiye’yi geri bırakmak isteyenler buna engel çıkaracaklardır. Kanunları çiğneyerek kendi kendilerine yasaklar koymaya çalışacaklardır. Ama bizim şiarımız şu olacaktır:

 Cezlanmaktan değil, suç işlemekten korkmalıyız. Görevlilere değil, mevzuata uymalıyız. Kendi sitelerimizi kurup orada görevlileri kanunlara uymaya zorlamalıyız. Ortak hukuki savunma dayanışması içine girmeliyiz. Bilmeliyiz ki; bir toplulukta vatandaşlara “şunu öğreneceksin” deme hakkı vardır; ama, “şunu öğrenmeyeceksin” deme hakkı yoktur. Fiilde ise tam tersine; topluluk “şunu yapma” deme hakkına sahiptir; ama, “şunu yap” deme hakkına sahip değildir. Bunun içindir ki vergi devletin ortaklık payı olup haraç değildir.

 d) -TEMİNATLI EHLİYET

 Resmî diplomalara ek olarak dayanışma sertifikaları sözde kalınca bir şey ifada etmez. Bu sertifikaların yararı olmalıdır. Bu da dayanışma güvencesidir. Aynı ekolden sertifika alan doktorlardan biri bir hata yapıp da ölüme sebebiyet verirse; mesela, yanlış ilaç verebilir, zamanında hastaya bakmayabilir... Bu taktirde aynı ekolden sertifika alanlardan zararları yani tazminatı o ekolden sertifika alanlar aralarında bölüşerek öderler.

 Bu mühendisler için de böyledir. Hatalı projeden bina yıkılırsa, proje sorumlusunun ekolünden sertifikalı olanlar öderler. Böylece, bugün ilmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışma türleri olduğu gibi; 25 meslek de aralarında dayanışma oluşturabilecektir.

 Görülüyor ki, ileri öğrenime geçmek için önümüzde hiçbir hukuki engel yoktur. Bunun için fedakâr halkımız da vardır. Ne var ki, bunlar cami yapmakla, okul inşa etmekle uğraşıyorlar. Kurslar açıyor, okullar kuruyor. Oysa, bunlar imkânlarını yapılara değil de insanlara yöneltsler, dayanışmaya çevirseler, bütün sorunlar çözülmüş olur ve ülkemiz muasır medeniyetin fevkini çıkarak insanlığı “III. Bin Yıl Uygarlığı”na götürür.


II- KAYNAK

Öğrenme, bizden öncekilerin bize aktardıkları bilgilerdir.

Biz bunları dört kanaldan öğreniyoruz:

1. Atalarımızın yaptıkları her türlü eserlerini görüyor ve örnek alıyoruz.

2. İkincisi, onların söyledikleri kulaktan kulağa intikal etmiş ve bize kadar gelmiştir.

3. Nihayet, onların yaptıkları resimler ve çizimler bize özel masajlar taşımaktadır.

4. Bir de, bize yazılarını, metinlerini ve kitaplarını bırakmışlardır.

Selimiye’ye baktığımızda atalarımızın mimarisini görüyoruz. Haydarpaşa Garı karşımızdadır. Yaptıkları ile çizdikleri gözümüze hitap etmektedir. Onların ne düşündüklerini bilemiyoruz. Resmi ne amaçla yaptıklarını anlamamız zordur. Oysa, söz ve yazı bizi onların beyinlerine götürür. Bize söyledikleri cümlelerle onların beyinlerine gireriz. Onları ruhları ile tanırız. Bu sebepledir ki biz daha çok onların söylediklerini ve yazdıklarını değerlendirme durmundayız.

Tartışabilmek ve bizden sonrakilere aktarabilmek için de gördüklerimizi veya diğer duyu organları ile algıladıklarımızı cümlelere çevirmeliyiz. Yahut, eskilerin cümlelerini almalı ve aktarmalıyız.

O halde, “kaynak” dediğimiz zaman, bizden öncekilerin söyledikleridir. Ne var ki, nasıl biz karnımızı çevremizdeki bitki ve hayvan artıkları ile doyurur, ama bunun için seçerek almak zorunda isek; aynı şekilde, bize gelen cümleleri de seçmek zorundayız. Bize yarayanları alıp kendi bilgi dağarcığımıza koymalıyız.

Ne var ki, doğruyu-yanlıştan ayırabilmemiz için yanlışları da doğrular kadar öğrenmek zorundayız. Dolayısıyla, biz bir cümleyi bu bize yaramaz diye atamayız, o cümleyi de doğru kadar bilmek zorundayız. Bu yanlıştır diye hafızamıza öyle koymalıyız. Yarın benzer cümle gelince hemen doğru mu, yanlış mı, belirsiz mi, bilmek zorundayız. Doğru ise kullanmalıyız. Yanlışsa, uzak durmalıyız. Belirsiz ise, araştırmalıyız. Baştan, bir cümle sdöylenmeden, nasıl onun yanlış veya doğru olduğunu bilebiliriz? Her söze kulak vermek ama en iyisine uymak bunun için gerekmektedir.

Böyle olunca, geçmişten bize gelen iki ana kaynak vardır:

1. Müsbet ilme dayalı olarak ilim adamlarının bize getirdikleri kaynak vardır.

2. Diğeri, ilâhî kitaplara dayanan peygamberlerin getirdiği kaynaktır.

Biri tamamen yanlış olabilir. Ama biz yanlışları da öğrenmek zorunda olduğumuz için her ikisini de değerlendirmek zorundayız. İşte “müslim insan” budur. Bunlardan birini baştan reddeden “kâfir”dir. Bu kâfir Doğu kâfiri de olabilir, Batı kâfiri de olabilir. “Batılılar kâfirdir, onların söylediklerine kulak vermeyeceğim!” diyen, kendisi kâfirdir. “Doğulular ne bilir, benim onları öğrenmem gerekmez!” diyen de yobazın tâ kendisidir.

Türkiye’de maalesef hem “kâfir” hem de “yobaz” olanlar kol gezmektedir.

Adil Düzenciler ise;

-“Biz peşin fikirli değiliz.

-Biz her söze kulak veririz.

-Doğrunun yanında yanlışı da öğreniriz.

-Her şeyi öğrendikten sonra, doğru olanlara uyarız.”

İşte böyle diyenler “Adil Düzenciler”dir. Bunlar “mü’minler”dir.

1960’larda İzmir’de kurulan “Akevler Kredi ve Yardımlaşma Kooperatifi” bu yolu seçmiştir. Küfürden de, yobazlıktan da kaçmıştır. Millî Görüşçüler de bu yolu seçmişlerdir. Nur talebeleri de bu yolu seçmişlerdir. Anadolu sermayesi de sonra bu yolu tutmuştur.

Bizim için öğrenirken iyi-kötü yoktur. Yanlışı yanlış olarak bilmek, doğruyu doğru olarak bilmek kadar iyidir. Kötü olan, yanlışı doğru veya doğruyu yanlış bilmektir. 

1- DİN KANALI

Dinler bize nasıl yapacağımızı değil, ne yapmamız gerektiğini bildirmektedirler. Dinler, ne yaptığımızı değil, ne yapacağımızı bildirirler. İlim ise ne yaptığımızı ve nasıl yaptığımızı bildirir.

Tarihte peygamberler gelmiş, kitaplar getirmiş ve insanlara ne yapmaları gerektiğini öğretmişlerdir. Bu öğretilere uymayanlar helâk olmuş, bu öğretilere uyanlar ise yeni ve ileri uygarlık kurmuşlardır.

-Toplayıcılığı (meyve toplamayı) ilk insan ve peygamber Hz. Adem dinî motif içinde öğretmiştir.

-Avcılık döneminde mağaralarda av dersleri verenler peygamberlerdi. Ders veren Hz. İdris (AS) örneği.

-Sonra, “Mezopotamya Uygarlığı” peygamberlerin uygarlığıdır. Mabet uygarlığıdır.

-Hazreti Musa (AS) “Tevrat”ı getimiş ve insanlğa yepyeni ileri uygarlığı kurmuştur.

-Hazreti İsa (AS) bu uygarlığı “İncil” ile beşerileştirmiş ve dünyaya yaymıştır.

-Sonra, Son Peygamber “Kur’an”ı getirmiştir. Bugünkü uygarlık O’nun etkisiyle doğmuştur.

Doğuda da Vedalar, Avestalar, Brahmanizm ve Budizm kitapları buradaki uygarlıkların kaynağı olmuştur. Mısır, Yunan, kapitalizm ve sosyalizm uygarlıkları yeni uygarlıklar olmayıp, bu uygarlıkların batıda değişerek geliştirilmiş biçimleridir.

İşte, bu sebepledir ki, biz dinlerin bize olan öğretilerini öğrenmek zorundayız.

Ateistlere göre bu dinlerin tamamı bâtıldır. Bu iddiaları doğru da olsa, bâtıl inançlar asgari olarak 10 000 yıldır insanları kendi peşinden sürüklemiştir. Bugünkü uygarlık da onun eseridir. Bundan dolayı bu bâtılı öğrenmek zorundayız. Yoksa, o bâtıla karşı kendimizi koruyamayız.

2- İLİM KANALI

Uygarlıkları peygamberlerin getirdiği kitaplar oluşturmuştur. Bunu kimse inkâr edemez. Ama oluşan uygarlıkları bize aktaranlar da ilim adamlarıdır. Batıda filozflar, sonra ilim adamları, mevcut uygarlıkları bize tanıtmaktadırlar. Ne yapılması gerektiğini değil, ne yapıldığını anlatmaktadırlar. Ne yapılması gerektiği üzerinde değil de, naqsıl yapılabileceğini ortaya koymaktadırlar.

Sigaranın içilip içilmemesi gerektiğine ilim karar vermez. O dinin işidir. Ama sigara içildiği zaman ne tür zararların doğduğunu ilim belirler. Ne yapacağımıza karar verdikten sonra, ilme başvurup nasıl yapacağımızı öğrenmek durumundayız. Geçmiştekilerin yaptıklarını öğrenmek suretiyle, nasıl yapacağımızı da öğrenmiş oluruz.

Türkiye, yaptığı inkılâplarla Batı dışındaki ülkeler içinde en çok öğrenebilmiş olan bir ülkedir. Bugün ilkokuldan doktora çalışmalarına kadar herkes Batı dünyasını öğreniyor. Yani, nasıl yapacağını öğreniyor, ama, ne yapması gerektiğini bilmiyor.

Biz Adil Düzenciler, yani mü’minler;

-Batı’yı öğrenmeye devam etmeliyiz...

-Ayrı ilâhiyat, ayrı imam-hatip okulları kurmamalıyız.

-Devletin resmî okullarında, düz lise ve fakültelerinde Batı’yı öğrenmeye devam etmeliyiz.

-Diğer vatandaşlarımızın neyi bildiklerini bilmeliyiz.

-Bu öğrendiklerimize ilâveten özel dersler almalıyız...

-İmtihan olmalıyız, sertifika almalıyız...

Böylece hem ayrımcılık yapmayız, hem de biz güçlü oluruz.

Çünkü onlar bizim bildiğimizi bilmez, biz onların bildiğini biliriz.

Meşrutiyet döneminde böyle oldu. O zaman Batı üniversiteleri İslâmiyet’i tedris ediyordu, ama medreseler Batı’yı tedris etmiyordu. İşte bundan dolayı medreseler zayıf kalmıştı ve okullara düşman kesilmişti. Sonunda medrese mağlup oldu. Bu sefer ters yobazlık başladı. Bugünkü çağdaş yobazlar İmam-Hatip Okullarına bunun için karşılar. Çünkü bunlar çift kültür alıyor ve muasır medeniyetin fevkine çıkıyorlar. Onlar ise sadece Batı Medeniyeti bilgilerini ezberliyorlar. Çünkü zıddı ile tartışılmayan her bilgi sonund ezberlemeden ibaret olur.

Yapılacak olan son derece basittir. Yapılacak iş her iki uygarlığı öğrenmektir. Resmî tedrisle değil, halkın kendi serbest tedrisi ile. Resmî İmam-Hatip Okulları kapanmalıdır. Halk din derslerini her yaşta, yani, beşikten mezara kadar alabilmelidir; hem de istediği yerden ve itediği kimseden. İnanmayanlar da din derslerini öğrenmelidirler. İnananlar da ateistleri öğrenmelidirler. “Lâiklik” budur, bu demektir.

Bir şey dinî olduğu için yasaklanamaz, bir şey dinî olduğu için suç olmaktan çıkmaz. Devlet bazı şeylerin öğrenilmesini isteyebilir, ama, vatandaşına şunu öğrenme diyemez. Ama şunu yapma diyebilir.

Bu basit ilke sizleri her yerde korur.

3- SENTEZ GÖREVİ

İnsanlık tarihinde medeniyetler 1000’er yıllık ömre sahiptirler.

Doğu medeniyetleri “hukuk”ta ve “yönetim”de inkılâp yaparlar, Batı medeniyetleri ise “teknik”te ve “ekonomi”de inkılâp yaparlar. Batı medeniyetleri doğu medeniyetlerinden 500 sene sonra gelirler. Bütün medeniyetle “sentez medeniyetleri”dir.

“Sentez” yapacak topluluklar birkaç asır önce hazırlanmaya başlanır. Hz. Nuh (AS) 300, Hz. Musa (AS) 200, Kur’an 400 sene önce gelip uygarlığını hazırlamıştır. “III. Bin Yıl Uygarlığı”nı yapmaya Türkler hazırlanmıştır. 200 yıldır Batı Uygarlığı’nı öğrenmeye çalıştık.

Şimdi bizim yapacağımız şey; “Doğu İslâm Uygarlığı” ile “Batı Avrupa Uygarlığı”nı “sentez edip” daha “ileri uygarlığı” oluşturmaktır.

Mustafa Kemal 1933 yılında bu hedefi koymuştur.

Batı’nın ilimleri ile çağın sorunlarını öğreneceğiz ve ilmin yorumları ile Kur’an’da sorunların çözümlerini bulacağız. Böylece ortaya çıkan sonuçlar “sentez sonuçlar” olacaktır.

Türkiye’de bu yolu;-

-İlk başlatan “Akevler” olmuştur.

-Buna “Fethullah Gülen” katılmıştır,

-“Necmettin Erbakan” siyaseten katılmıştır,

-Nihayet “Anadolu halk sermayesi” de bu yola girmiştir.

1900 sentezi, 1800 Islahat Fermanı ile başlamıştır. Ordu millîleştirilmiştir. Yeniçerilik kaldırılmıştır. Çünkü o İslâmî ordu tipi değildi. Tanzimat’la Batı tipi bürokrasi gelmiştir. Soya dayanan yönetime son verilmiştir. Meşrutiyet döneminde Batı tipi üniversiteler açılarak müsbet ilim öğrenilmiştir.

1900’larda, resmen İslâm düşmanlığı başlamış, bu saldırılara karşı savunma ihtiyacını duyan Müslümanlar içtihat kapısını açmışlardır. 1910’larda, Osmanlı İmparatorluğu yıkılmış, Kuvva-yı Milliye doğmuştur. Sonra Cumhuriyet’i bunlar kuracaklardır. 1920’lerde inkılâplar olmuş, bunun yanında Anadolu din bakımından saflaşmıştır. 1930’larda, muasır medeniyetin fevkine çıkma hedefi konmuştur. Müsbet ilim rehber kabul edilmiştir. 1940’larda, Türkiye’ye demokrasi gelmiştir. Halk dinini seçmekte serbest bırakılmıştır. 1950’lerde, Türkler ezanı Arapçalaştırarak İslâmiyet’i seçmiştir. Adnan Menderes; “Türkiye Müslümandır, Müslüman kalacaktır” demiştir. 1960’larda, Müslümanlar organize olmuşlardır. 1970’lerde, iktidara ortak olmuşlardır. 1980’lerde, Kenan Evren Türkiye’yi resmen İslâm safına çekmiştir. 1990’larda, Müslümanlar iktidar oldular. 2000’lerde Anayasa ekseriyeti elde ettiler.

Müslümanlar, Türkiye’nin siyasetine, ekonomisine, ilmine ve dinine hakim olmuşlardır. Uluslararası sahada en üst seviyeye yükselmişlerdir.

Bir eksiklikleri vardır. Bütün bunları “Batı düzeni” içinde yaptılar.

Şimdi, bundan sonra, artık “Adil Düzen” içinde yapacaklardır:

-“Adil Düzen”e göre “partiler” kuracak;

-“Adil Düzen”e göre “şirketler” kuracak;

-“Adil Düzen”e göre “eğitim” yapacak ve;

-“Adil Düzen”e göre “dinî cemaatler” oluşturacaklardır.

-Demokratik, lâik, liberal ve sosyal bir hukuk düzenini getireceklerdir.

Bu asrın ilk üçte birinde bunlar görülecektir.       

4- KUR’AN:

Biz, hem Batı’yı hem Doğu’yu, hem ilmi hem de dini öğrenmekle yükümlüyüz.

Batı’yı bütün devlet okullarında öğreniyoruz, ama, Doğu’yu yani dini ve ilmi kendimiz özel çalışmalarımızda öğrenmeliyiz. Doğu içinde Tevrat ve İncil de vardır. Ayrıca Vedalar, Avestalar, Brahmanlar ile Budistlerin din kitapları da yer alacaktır. Ancak, bunların hepsini hepimiz ele alamayız. İçimizde işbölümü yaparak bunları öğrenmekle yükümlü olacağız. Bunlardan her birini bir insan öğrenmelidir. İşte biz bunu yapmaya çalışıyoruz.

“Kur’an”ı neden bütün insanlar ele almak zorundadır?

İnanalım, inanmayalım; içindekilerin tamamı bile yanlış olsa, yine onu öğrenme zorunluluğu vardır.

Dindarlar onu öğrenmelidirler. Çünkü dinleri ne olursa olsun, dindarlarla dinsizler arasındaki çatışmada ancak onunla zafer kazanabilirler.

Ateistler de onu öğrenmek zorundadırlar. Çünkü, ondan ancak onu bilerek korunabilirler. 

Bugün İslâm teröründen(!) bahsedilmektedir. Böyle bir şeyin olup olamayacağını ancak Kur’an’ı bidikten sonra karar verebiliriz. Bu bakımdan bu kitapla herkes meşgul olmak zorundadır. 

Nasıl, kapitalizmi ve sosyalizmi herkes öğreniyorsa; bunu da daha çok öğrenmek zorundadır. Kapitalizmin etkisi yüzeyseldir. Sosyalizm zorakidir. Oysa, Kur’an insanların tarihine de, ciğerlerine de işlemiştir.

a) -KİTABIMIZDIR

Kur’an”, her şeyden önce bizim kitabımızdır. Bizim bin yıllık azmimiz “Kur’an” ile yoğrulmuştur. Bugün de hemen her evde en az bir Kur’an kitabı bulunur. Her Müslüman Kur’an’dan birkaç sûreyi ezbere bilmektedir. Çoğu Müslüman hayatında mutlaka namaz kılmış ve oruç tutmuştur. Herkes işlediği şeyin günah olup olmadığını bilmektedir.

Biz bu toplulukta bunları bilmezsek bir yabancı gibi yaşarız. Onların dilinden biz anlamayız, bizim dilimizden onlar anlamaz. “Kur’an”ı ister karşımıza alalım, ister yanında olalım, onu bilmek zorundayız.

Onu bilmezsek, ondan yararlanamayız. Onu bilmezsek, -varsa- kötülüğünden korunamayız. Aramızda Hıristiyan olsaydı, önce Hıristiyanlığı; Budist olsaydı, önce Budizmi öğrenelim diye önerirdik. Ateist bir topluluk olsaydı, biz de orada yaşasaydık, önce ateizmi öğrenirdik. Ne yazık ki, ateistler böyle bir şansa sahip değiller. Bununla beraber yine de Marksizmi öğrenebilirler.

Bugün yaşadığımız sosyal müesseseler hep “Kur’an”ın etkisi ile oluşmuştur.

Mustafa Kemal dindar bir adam değildir, ama İslamiyet’i iyi bilmektedir, Batı’yı da bilmektedir. O sebepledir ki en sağlam temellere dayalı olan bir cumhuriyeti kurabilmiştir. 50 yıldır bu devleti yıkmak için iktidarda olanlar düşmanlarla işbirliği hâlindedirler. Hâlâ yıkamadılar. Şimdi yıksalar bile, deneyimli ulusumuz II. Cumhuriyeti yeniden kuracaktır. “Gençliğe Hitabe”yi okuyup ne yapacağına karar verecek ve uygulayacaktır.

b) -UYGARLIĞIMIZIN KİTABIDIR

“Kur’an” bugünkü uygarlığı doğurmuştur. Bunu nasıl yaptığını kısaca anlatmaya çalışalım.

Araplar okur-yazar olmayan bir topluluktu. 600 satırlık şiirden başka herhangi bir yazılı kültürleri yoktu. Devletleri yoktu. Mekke’de okuma-yazma bilen sadece 17 kişi vardı. “Kur’an” ortaya çıkınca herkes “Kur’an” okuma ve dinleme merakı içinde kaldı. Halk “Kur’an”ı ezbere okumaya başladı. Böylece, tarihinde ilk defa Arabistan bir eğitim seferberliğine başladı. Ona inananlar canları pahasına onu savundular.

Kur’an” Medine’de Arabistan’ı en ileri devlet aşamasına getirdi. “Adil Düzen”i o zaman kurdu. Demokrasiyi, lâikliği ve sosyal dayanışmayı Medine halkına öğretti. Halifeler devrinde okur-yazarlık yagınlaştı.

Kur’an” sayesinde Arapça en ileri yazıya kavuştu. Hem harf hem şekil yazısının güzelliğini koruyordu.

Sonra yine “Kur’an”ı anlama amacıyla tümevarım metodu ile ilmî metotlar ortaya kondu.

Kur’an”ı anlayalım diye Arapça ilim olarak ele alındı.

İnsanlar mirası taksim amacıyla matematiği, kıbleyi bulmak amacıyla trigonometriyi, namaz vakitlerini tayin etmek amacıyla astronomiyi, yıldızları gözetelim diye optiği, alkollü içikileri ayırd edelim diye kimyayı, eti helal olan hayvanları bilelim diye biyolojiyi öğrendiler. Kıblename olan pusulayı, iftar vakitlerini duyuralım diye topu, “Kur’an”ı yazalım diye kâğıdı bulduloar.

Bu buluşlar önce Endülüs’ten Güney Avrupa’ya yayıldı. Medrese tipi okullar açıldı. Batılılar bunlara üniversite dediler. Sonra Osmanlıların tesiriyle barut, kâğıt, astronomi, coğrafya ve pusula Avrupa’ya geçti.

Avrupalılar bunlar sayesinde Amerika’yı keşfettiler. Haçlı Seferleri Avrupalıları uygarlaştırdı. Roma İmparatorluğu Kuzey Avrupa’yı kaybetmişti ama, Roma’yı işgal eden Germenler İslâmiyet’e karşı durabilmek için Hıristiyan oldular; MüslümanTürklere karşı kendilerini korumak için Hıristiyan oldular. Böylece Avrupa’da bugün de varolan uygarlık doğdu.

Kur’an” olmasaydı, Arabistan devlet aşamasına gelemeyecekti. Tümevarım metodu bulunamayacak, Yunan ve Mezopotamya mirası yeraltında gömülü kalacaktı.

Kur’an” olmasaydı, ne Germenler, ne de Slavlar Hıristiyan olmayacak, Amerika keşfedilmeyecek, Haçlı Seferleri yoluyla yeni uygarlık Avrupa’ya gelmeyecekti.

Bunun aksini iddia eden çıkabilir. Başka bir şey olurdu diyebilir. Bunda haklı olabilir.

Ama bize göre “Kur’an” bunların müsebbibi olmuştur. O halde “Kur’an”ı hem biz, hem dünya ele alıp incelemeliyiz. İster onun yanında olalım, ister ona karşı olalım; her hâlükârda onu öğrenmek zorundayız. Çünkü her adımımızda onun izleri vardır.

c) -SON KİTAPTIR

İlim Avrupa ilmi değildir. Mezopotamya’dan başlayıp gelen bir ırmağın bazen doğuda batıp batıda ortaya çıktığı, bazen de batıda batıp doğuda ortaya çıktığı görülüyorsa; din kitapları da böyledir.

Avrupa son uygarlığı, İslâmiyet de son dini sunmaktadır. Dolayısıyla, biz ilmi Avrupa’dan, dini de İslâmiyet’ten öğrenmeliyiz. Konuları incelerken gerisin geriye gidebiliriz. İncil’i, Tevrat’ı, Vedalar’ı, Avestalar’ı inceleyebiliriz. Ama şimdi ilmi Avrupa’dan öğrenmek zorundayız. Dini de İslâmiyet’ten ve Kur’an’dan öğrenmek zorundayız. Bunun için “Kur’an”a öncelik verilmiştir. “Kur’an” son kitaptır.

d) -ULAŞABİLDİĞİMİZ TEK KİTAPTIR           

Kur’an”ı ele almamızı gerektiren en önemli dördüncü sebep de “Kur’an”ın aslına ulaşmamız ve değişmeden bize kadar gelen son kitap olmasıdır. İlimde metot olarak bilinenlerden bilinmeyenlere gidilir. Önce elimizde mevcut bulunan “Kur’an”ı bir inceleyelim. Sonra diğer bilinmeyenlere de gidebiliriz.

Tevrat ve İncil’in asılları elimizde yoktur. Olsa bile, onların yazıldığı dili bilmiyoruz. İncelenmemiştir. Diller her zaman değişme halindedir. Yazılan lugatlar ve gramerler de durmadan değişmektedir. Dilciler çağlarını geriden takip ederler. Ama çok uzaklaşamazlar.

Dolayısıyla, “Kur’an”dan başka hiçbir kitabın aslına diliyle beraber sahip değiliz. Tercümeleri biliyoruz. Yahut, bu kitaplar ölü diller ile yazılı bulunmaktadır. “Kur’an Arapçası” konuşma dili olarak ölü dil olsa da; yazı dili olarak, ilim dili olarak bütün tazeliğini korumaktadır.

Lâtince de böyle bir dildir. Onu da ölü dil kabul etmiyoruz. İncil Latince değildir. Latince, İncil dili olarak ele alınıp incelenmelidir. Latince Hıristiyanlıktan önce uygarlık dili idi. Bir eser yazısıyla, sözleriyle, diliyle ve yorunuyla bilinebilir.

Kur’an” bu bakımdan eşsiz bir kitap olarak elimizdedir. Yazısı ve kıraati kesinleşmiş olarak bize gelmektedir. Çağının dili en ince noktaları ile ele alınmıştır.

Ayrıca “usûlü fıkıh” olarak örnekleriyle açıklanmıştır.

Yahudilik ve Hıristiyanlık” “Kur’an”ın hazırlık uygulamasıdır.

Sünnet” de örnek uygulamadır.


III- KUR’AN’IN MUCİZESİ (ÖZELLİKLERİ)

Benim bedenim vardır. Gerçekte var mıdır, yok mudur? Onu bilemem. Ama bana gelen etkiler böyle bir şeyin olduğunu söylüyor. O bedenimi doyurmazsam, giydirmezsem, temiz hava aldırmazsam, yaralarsam ben şiddetli şekilde ıztırab çekiyorum. Benim bedenime benzeyen bedenler de vardır. Onlarla haberleşiyorum. Onlar için de aynı şey söz konusu. Hattâ bedenin ihtiyaçlarını gidermeyenler ölüyorlar. Öldüklerinde de artık onlarla olan haberleşmem duruyor.

O halde bedenim ister olsun, ister olmasın; ben onu var kabul ederek davranmak zorundayım.

Kendisi olmasa da benim için o vardır.

Benzer düşünceyi ruhum için de söyleyebilirim. Ben bilinç sahibiyim. Diğer bilinç sahipleriyle haberleşiyorum. Uygun olmayan durum olunca acı duyuyorum. Benim iradem var, istediğimi yapıyorum.

Bütün bunlarda serbest de değilim. Karşımdakine hakaret ettiğim zaman bedeni bedenime saldırıyor. Karnımı doyurmadığım zaman acılar içinde kıvranıyorum. Yani, benim bedenim benim emrimdedir. Emrettiklerimi yapıyor, ama görünmüyor. Emreden bir şey de vardır. Bana öyle geliyor. O da ruhumdur.

Ruh ister olsun, ister olmasın. Ben ruhum varmış gibi davranmak zorundayım. Yaksa sancılar içinde kıvranıyorum. Benim gibi olan bedenlerden geçip bedenime gelen sinyallerle onların helâk olduklarını görüyorum. Diğer tarafdan ben yoktum, varoldum. Öleceğimi de biliyorum.

Şimdi, benim bedenimle bana benzeyen bedenler ve Kâinat dediğimiz çevre vardır. Ondan yararlanarak yaşıyorlar. Orada yer işgal ediyorlar. Oradan gıda alıyorlar. Oraya atıkları atıyorlar. Onun enerjisinden yararlanıyorlar. Kâinat olmadan bedenim olmaz. Diğerlerinin de bedenleri olmaz. O halde bedenlerin cüz olduğu bir büyük âlem vardır. Benim bedenim olmazsa o Kâinat yine varolmaya devam eder. Ama Kâinat olmazsa ben olmam.

Şimdi, benim ruhumun da parçası olduğu Kâinat’ın ruhu yok mudur? Belki Kâinat da yokdur da bana öyle geliyor. Öyle de olsa, ben varlığımı sürdürmek ve ıstıraplarımdan kurtulmak için onu kabul etmek zorundayım. Yoksa varlığımı sürdüremem.

İşte, belki ruhların cüz olduğu Kâinat yoktur. Ama ben onu kabul etmek zorundayım. Başka türlü varlığımı sürdüremem. İşte o Kâinat’ın ruhuna “Allah” diyoruz. İster o var olsun, ister var olmasın. Kâinat öyle çalışıyor ki, O varmış gibidir.

Bedenimin varlığını kabul ettiğim, ruhumun varlığını kabul ettiğim, Kâinat’ı kabul ettiğim gibi; “Kâinat’ın ruhu”nu da kabul etmek zorundayım. Başka türlü olayları açıklayamam, davranışlarımı ayarlayamam.

İnsan var olduğuna göre, insanların bütün ihtiyaçları karşılanmış olmalıdır. Peygamberler gelmiş, kitaplar gelmiş ve bu ihtiyaçlar karşılanmıştır. Evrimleşen insan hep başarı ile çağlarını atlatmıştır.

Soru şudur:

-Çağımızın peyamberi kim olacak, çağımızın kitabı ne olacak?

İnsanlık böyle zamanlarda hep kurtarıcı beklemiştir. Peygamberleri beklemiştir. Peygamberler gelmiş, kitaplar getirmiş ve insanlık uygarlıkta yeni adım atmıştır. Nitekim bugün de Mehdi ve İsa gibi beklentiler vardır. Ne var ki, buna hem din hem ilim “hayır” diyor.

Bir defa Kur’an 1400 yıl önce çölün ilkel yaşayışı içinde bu kitabın son kitap olduğunu ve bir daha peygamber gelmeyeceğini bildirmiş. Yeni kitap yerine içtihat ve icma sistemini koymuştur. Peyagmberlerin yerini de alimler alacaktır denmiştir. Böylece Müslümanlar yeni peygamber ve yeni kitap beklemiyorlar.

Avrupada August Komt gelmiş ve ilmî tesbitleri ortaya koymuştur. Eskiden insanlar din ile yönetiliyordu. Sonra felsefe ile yönetildi. Şimdi de ilimle yönetilecek. Yeni bir din ortaya çıkacak, o da ilim dinidir. Üç asır kadar var ki bu söylenmiştir. Ondan sonraki gelişmeler hep bu kehaneti haklı çıkarmştır. Müsbet ilim hep yönetime hakim olmuş ve vahya dayanan din kenarda kalmıştır.

August Komt dine ihtiyaç olduğunu inkâr etmemiş, kendisi ilim dinini kurmak istemiştir. Başarılı olamamıştır. Oysa, işte onun tarif ettiği ilim dini “Kur’an dini” idi.

“Kur’an” ondan 1000 yıl önce aynı şeyleri söylemiş ve ilim dinini ortaya koymuşdur. Artık kitap gelmeyecek. “Kur’an” her devre ve her topluluğa hitap edecektir. “Kur’an” değişmeden korunacaktır. “Kur’an” devre ve topluluğa göre yorumlanacaktır. “Kur’an” insanların dinî sorunlarını çözecektir. Bu yorum ilimle yapılacaktır. “Kur’an” içtihat ve icma müsseselerini getirmiştir.

August Komt’un elinde böyle bir kitabı yoktu, Komt’un içtihat ve icma müesseseleri yoktu. 

Allah ister var olsun, ister olmasın. Biz kendi ruh ve beden varlığımızı kabul ettiğimize, Kâinat’ın varlığını kabul ettiğimize göre, Allah’ın varlığını da kabul etmek zorundayız. Aynen bunun gibi düşünürsek, “Kur’an” ister Allah’ın kitabı olsun, ister olmasın, onu Allah’ın kitabı olarak kabul edip davranmak zorundayız.

Başka bir deyişle; Kâinat’ı nasıl Allah olsun olmasın kabul edip onun kanunları ile yaşamak zorunda isek, Kur’an ister Allah’ın sözü olsun ister olmasın, onu kabul edip onun gösterdiği yoldan yürümek zorundayız. Çünkü elimizde onun benzeri başka bir kitap yoktur. Böyle bir kitaba da ihtiyacımız vardır.

Bir başka soru da şudur:

-Peki, “Kur’an”ın eşsiz kitap olduğunu ne ile ispatlıyoruz? 

Bunu bize kanıtlayan pek çok delil vardır. Bu delilleri dört bölümde toplayabiliriz.

1. Bunlardan bir “Kur’an’ın matematiği”dir. Kâinat’ın sayısal yapısı ile Kur’an’ın sayısal yapısı aynıdır. Nasıl DNA testleri ile kişinin kim olduğunu bilebiliyorsak, aynı şekilde Kur’an’ın DNA’ları ile Kâinat’ın DNA’ları çakışıyor. 

2. Sonra, “Kur’an” Kâinat’ı tanıtıyor. Müsbet ilimler de tanıtıyor. Aralarında tam bir paralellik vardır. İlkel toplumun okur-yazar olmayan kişileri bunları nereden bilecekti? İlim döneminin başladığını nasıl bilecekti?

3. Bir proje yaparsınız. Onun bir örneğini de ortaya koyarsınız. Eğer makineniz çalışıyorsa doğru proje yapmış olursunuz. “Kur’an” I. uygarlığını kurmuştur. Başarı ile sonuçlanmıştır. Bunu baştan bildirmişdir. Şimdi de II. uygarlığının çözümlerini getirmiştir. Onunla eşleşebilecek bir düzen yokdur. “Adil Düzen Anayasası” bunun kanıtıdır.

4. En önemli husus, bozulmadan bize intikal etmesidir. Kâinat’ta hep entropinin büyümesi vardır. Yani, zamanla bozulur, aslı kaybolur. “Kur’an” zamanla bütünleşerek karşımızda tek kitap olarak ortaya çıkar. İcma müessesesi ile kendisini sağlama almıştır. “Kur’an” icma ile sabit olan bir kitaptır. Üzerinde ittifak edilmeyen “Kur’an” sayılmamaktadır. İttifak da ilâhî vahiy kabul edilmektedir.

1- MATEMATİĞİ

Elinize herhangi bir eşya alınız. Şeklini belirleyiniz; şeklin üzerine harfler koyarak belirleyiniz. Ondan sonra bir cetvel yapıp harflerin karşısında uzunlukları yazınız. Sonra alıp bir parçasını analiz ediniz, onların adlarını yazınız ve yanında miktarlarını koyunuz. İşte bu taşın matematiği bu sayılardır.

Eğer bu taş başka bir kayadan kopmuş ise kayanın matematiği ile bu taşın matematiğinde bir akrabalık bulursunuz. Kopan yüzlerin ölçüleri aynı olur. Kimyasal maddelerin nisbeti de aynı olur. Kesin olarak diyebilirsiniz ki bu taş bu kayadan kopmuştur. Çünkü matematiği aynıdır.

İşte, aynen bu şekilde, Kâinat’ın matematiği vardır.

Bu 2,3,5,7 ve 10 sayılarına dayanır.

2*5=10 eder.

3+7=10 eder.

Kâinat” bu sayılara göre inşa edilmiştir. “Kur’an” da bu sayılara göre telif edilmiştir. O halde “Kur’an” Kâinat’ı var edenin eseridir. Bu ispat kesin ispattır. Ancak halkın kolayca görebileceği bir ispat değildir. Matematiği, tabiî ilimleri ve Kur’an bilimlerini bilmek gerekmektedir.

2- MUHTEVASI

Bir yazıyı yazdığınızda ister istemez bir dil kullanırsınız. Yazınız hem çevrenizin bilgi seviyesini gösterir, hem de sizin neleri doğru bildiğinizi, neleri yanlış bildiğinizi ortaya koyar.

Kur’an” da 600’lı yıllarda yani 6. yüzyılda Mekke halkının ve Hz. Muhammed(AS)’in kültürünü ve bilgisini aksettirmelidir. Onu okuduğumuz zaman o dönemlere varmalıyız. Onların inanç ve anlayışları ile kültür seviyelerini anlama durmunda olmalıyıyız. 

Oysa, “Kur’an”ı biz şimdi okuyoruz. Bu zamanda bugünkü insanlığın ulaştığı kültüre göre okuyoruz ve bir yabancılok görmüyoruz. Çünkü içerdiği hükümler o kadar genel ve doğrudur ki; ne zman ve ne de yer onu yadırgatmaz. İlk yıllarında daha bir asır içinde tüm insanlıkta yer bulmuştur. Bugün de bizim için tüm yeniliğini korumaktadır. Daima çağın ilerisindedir.

Kur’an”da muhkem âyetler vardır. Müsbet ilme tamamen uymaktadır. Müteşabihler vardır. Onları biz anlayamayız. Çünkü onlar bizim topluluğumuza ve bizim çağımıza hitap etmez; bundan dolayı atlayıp geçeriz. “Kur’an” bize bunu öğretmiştir: “Muhkemle amel edin. Müteşabihleri tevil edin, edemezseniz, geçin.”

Kur’an” bu metodu bize öğretmiştir.

Bir misâl: “Yakın semayı yıldızlarla donattık” deniyor. Oysa, yıldızların göğü altıncı göktür. Yakın gök yağmur göğüdür. Orada yıldız değil, taş parçası bile yoktur. Bu âyet 20. yüzyıla kadar müteşebihti. Bugün ise astronominin temel kanunudur. Kâinat büyümektedir. Galaksiler birbirlerinden uzaklaşmaktadırlar. Yıldızlar ise birbirine yaklaşmaktadırlar. Şöyle ki, önce çekim yasası dolayısyla uzaklıklarını korumaktadır. Bunlar birbirne çekim uygulamakta, hareket ile ayakta durmaktadır. Ayrıca sürtünme dolayısıyla yıldızlar birbirine yaklaşıyorlar.

İşte bu şekilde, müsbet ilimler geliştikçe “Kur’an”daki müteşabihler bir bir ortadan kalkıyor ve muhkem oluyor. Böylece “Kur’an” her asırda yeni mucizesi ile ortaya çıkmaktadır.

Kur’an” beşerî söz olsaydı bunları nereden bilecekti?

3- YORUMU / ESERİ

Kur’an” sadece bilgi vermekle kalmamıştır. İnsanların yaşaması ve gelişmesi için hükümler getirmiştir. Bu hükümler Yahudi ve Hıristiyanlıktaki hükümler ile uyum içindedir. Hazreti Peygamber (AS) onu uygulayarak örnek vermiştir. 

Müçtehitler “fıkıh ilmi”ni geliştirdiler. Buna göre şekillenen “İslâm Uygarlığı” 1500 sene süren başarılı bire uygarlık olmuştur. Bu uygarlığın etkisi ile “Avrupa Uygarlığı” doğmuştur. Bu uygarlık bugün en yüksek seviyededir. Biz de yine “Kur’an”ın öğretileriyle bugün “Adil Düzen”i oluşturuyoruz.

Demek ki, “Kur’an” yalnız bilgileri ile değil, gelecek uygarlığı oluşturmada da başarılı olmuştur. Etki etmiştir.

Bir Amerikalı profesör “En Etkin Yüz Kişi” adlı kitabında Hazreti Muhammed(AS)’i birinci sıraya koymuştur. Demek ki “Kur’an” yeryüzünde yazılmış eserlerin en etkini olduğunı Müslüman olmayan bir ilim adamı beyan etmektedir.

Kur’an”ın etkisi burada bitmemektedir. Şimdi “III. Bin Yıl Uygarlığı”nı oluşturma etkisini vermektedir.

Marx’ın Kapital kitabı ortaya çıkmış ve sermayenin desteğiyle 70 yıl insanlığı allak bullak etmiştir. Ama etkisi bir asır sonra unutulacak kadar az olacaktır. Oysa, “Tevrat” 3000 yıldan fazladır etki ediyor. “İncil” 2000 yıldır etki ediyor. “Kur’an” 1500 yıldır insanlığı etki altına almıştır ve “III. Bin Yıl Uygarlığı”nı da o oluşturacaktır. Kapitalistlerin ve sosyalistlerin hışımla ona saldırmaları, ondan korkmalarından başka ne olabilir?

4- İNTİKALİ

Bir eser gelir etkili olur, uygarlığı oluşturur ve çekip gider. Tevrat, İncil ve diğer mukaddes kitaplar tarih olup kaybolur, yahut küllenip gider. Onu bir daha aktif hâle getiremezsiniz. Çünkü kendisine ulaşamazsınız.

Oysa “Kur’an” için durum böyle olmamıştır. Mekke’de inmeye başlayan “Kur’an” Medine’de oluştu. Halifeler zamanında toplandı. Sonra oluşturulan ilimlerle öyle tesbit edildi ki; bugün hiçbir şeyi kaybetmeden elimizdedir.

Kıraatini biliyoruz... Yazısını biliyoruz... Dilini biliyoruz... Yorumlama usûlünü biliyoruz... 

Yani, “Kur’an” fabrikadan yeni çıkmış araba benzeri, her şeyi ile hazır; sadece şoför ve yolcuları bekliyor. Benzini bile konmuş.

Kur’an”ın bugünkü bu haliyle varlığı bir mucizedir.

Allah olsun olmasın, “Kur’an” Allah sözü olsun olmasın!.. Nasıl, hücreyi ve kromozomu keşfettiğimiz zman onu kabul ediyor ve ona göre hareket ediyoruz. Aynı şekilde, “Kur’an” insanlık için bir çıkış merkezidir. İnsanların ondan yararlanmaları gerekir. Böyel başka bir metin yoktur.

Bu metin insanlığı birleştirecektir. Yani, herkes kendi dininde kalacak ama, Allah’a inananlar kendi dinleri için “Kur’an”dan yararlanacaklardır. Dinsiz olanlar da dinsizlikleri için “Kur’an”dan yararlanacaklardır. Dinsizliği onun sayesinde yapabileceklerdir.

Herhangi bir şeyin benzerleri varsa, onları bir ad altında toplayacaksak; onların ortak özelliklerini ararız. Ortak özellikleri birleştiren özelliğe bir ad veririz. Ortak olmayan özellikleri beynimiz atar.

-Bu ortak özellikleri kim tesbit eder?

Konuşma esnasında beyinlerimiz tesbit eder.

“Kuş” deyince hepimiz bir şeyler anlarız. Sonra onları birbirimize aktarırız. Sonra ilim adamları gelir ve kuşun bir tanımını yaparlar. Tanımlar farklı olur. Bütün ilim adamlarının kuş kabul ettiği varlıklar olur. Hiçbir ilim adamının kuş kabul etmediği varlıklar olur. Bazı ilim adamlarının kuş kabul edip bazılarının kabul etmediği varlıklar olabilir. Mesela, yarasa kuş değildir ama, bazıları onu kuş olarak kabul edebilir. 

Bu durum bütün tanımlar için böyledir. Bütün ilim adamlarının ittifak ettiği tanım, icma ile sabit olan tanımdır. Bizim için en sağlam yol budur. Bu yeterli değildir. İçtihat yapar ve kendimiz için tercihlerimizi uygularız. Ama insanlığı bağlayacak tanım icma ile sabit olan tanımdır.

İcama ve içtihadı “Kur’an” için kullanacağız.

Mantıkta kümelerin ortak özellikleri “çarpım” (ve) farklı özelliklerin toplamı “toplama” (veya) olarak ifade edilir. İslâmiyet’te ortak özelliklere “icma”, farklı özeliklerin toplamına “içtihat” denmektedir.

a) -KUR’AN

Diller, anlamı olan seslerden ibarettir. Ağzımızdan çıkar. Nazım ve nesir diye iki şekli vardır.

Günlük konuşmalarımızı nesirle yaparız.

Duyguları anlatan sözlerimizi nazım olarak söyleriz. Nazımda müzik de vardır.

Kur’an” nesirdir. Görünür nazmı yoktur. Bununla beraber şiir gibi müzikaldir.

Ayrıca, dillerin bazıları düz dillerdir. Uzatma, kısaltma, ince ve kalın gibi notaları yoktur. Türkçe dili böyledir. Bazı diller daha müzikaldir. Farsça ve Arapça böyledir.

Dolayısıyla “Kur’an” dil itibariyle de müzikaldir.

Bugün yeryüzünde 300 000 civarında “Kur’an hafızı” vardır. Bunlar “Kur’an”ı baştan sonuna kadar ezber okurlar. Belki bunların içinde 30 bin adedi “kurra”dır; Yani, “Kur’an”ın icma ile sabit bütün varyantlarını birleştirerek mushafa bakmadan okurlar. Bunlar “Kur’an”ı mushaftan ezberlememişlerdir. Ağızdan almışlardır. Yani, hocaları onlara okumuş, onlar da öğrenmişlerdir.

İşte bu hafızların ve kurraların bize naklettikleri okuma “Kur’an”dır.

Kur’an” yazıdan farklıdır. Ben size bir kitabı uzatsam ve “al” desem, siz onu alırsınız. “Kitabı al” desem, beliğ konuşmamış olurum. Seni tanıyana, “Ben Süleyman, sen Ahmet” desen, abes olur. Ama yazı dilinde buna mecbursun. Yazı dilinde de bazı özel işaretler kullanırsın ve konuşma dilinde olanları onunla anlatabilirsin.

Kur’an”ın bugün on okunuş şekli vardır. Bunlar ilmîleşmiştir. Şöyle ki; ağızdan nasıl çıktığı ve nasıl ifade edildiği yazılı olarak dille ifade edilmiştir. Farklılıklar tesbit edilmiştir. 7 koldan gelen kıraatler icma ile “Kur’an” kabul edilmiştir. Yani, o kıraatlerde ihtilâf edilmemiştir. Dolayısıyla, bu 7 kıraatin birini “Kur’an”dan saymamak icmayı inkârdır. İcmaya muhalefet küfür sayılmıştır. On kıratin dışında olanların ise “Kur’an”dan olmadığında ittifak edilmiştir. Böylece onlardan herhangi birisini “Kur’an” saymak icmaya muhalefettir. Küfür sayılır. Üç kıraatte şüphe fazladır. İsteyen “Kur’an” sayabilir, isteyen saymayabilir.

Şimdi bunlara birer misâl verelim:

Kur’an”da “Erculiküm” de okunmakta, “Ercülekim” de okunmaktadır. “Erculiküm” şeklinde okursanız “Ayaklarınızı meshedin” olur; “Ercüleküm” okursanız, “Ayaklarınızı yıkayın” olur. Bu iki kıraat yedi kıraat içindedir. Kim iki kıratten birine yanlış derse o zaman o icmadan ayrılmıştır.

Ayrıca ref ile de kıraat vardır. Bu şâzdır. İcma ile “Kur’an’dan değildir.

Öncekilerin ihtilaf edip sonra yapılan icmalar da icmadır.

Bize bu şekilde gelen tesbitler vardır.

Kısaca buraya nasıl gelindiğini tarihten başlayıp gelelim.

Önce Mekke’de iken Hazreti Peygamber (AS) Vahiy Meleği “Kur’an”ı işitiyor ve kendisi tekrar ediyordu. Yanındakiler de hem işitiyor hem yazıyorlardı. “Kur’an” parça parça indiği ve kâğıt da olmadığı için yazılanlar bir nüsha idi. Hazreti Peygamber (AS) yazıyı bilmediği için kontrol edemiyordu. Vahiy Meleği her yıl Ramazan ayında gelip ona öğrettiklerini sıraya göre öğretiyordu. Hazreti Peygamber (AS) da arkadaşlarına naklediyordu.

Mekke’de yazılanlardan elimize herhangi bir nüsha gelmiş değildir.

Medine’ye göç edilince Hazreti Peygamber (AS) bir okul kurdu. “Suffe” denilen bu okul kısmen yatılı idi. Yemek veriliyordu. Orada kalınıyordu. Orada “Kur’an” hem ezberleniyor hem de yazılıyordu. Vahiy Meleğinden alma sürüyordu. Burada pek çok sahabe “Kur’an”ı ezbere öğrendi. Henüz bir kitap olmadığı için yazılanlar merkezde kalıyordu. Ezberlemek isteyenler yazılılardan yararlanabiliyordu.

Kur’an” sûreler ve âyetler hâlinde tertiplenmişti. Hazreti Ebu Bekir’in böyle bir kitabı vardı. Kızına bırakmıştı. Hazreti Osman (AS) zamanında “Kur’an”ın cem edilmesine ve tek kitap hâline getirilmesine karar verildi. Beş kurra seçildi. Bunlar bütün kurraları ve yazıları birleştirerek bugünkü “Kur’an”ı yazdılar. Hazreti Ebu Bekir’in nüshası esas alındı. Bunu yazarken ne sûrelerin sırasında ne de âyetlerin sırasında ihtilâf etmediler.

Bu yazı işlemi sırasında beş nüsha yazıldı. İhtilaf edilen hiçbir husus “Kur’an”a sokulmadı. İttifak edilen yazıldı. O zamanki yazı şekli de buna müsaitti. Çünkü değişik kıraatlerle okunabiliyordu. Hareke yoktu. Noktalama işaretleri yoktu. Ortak yazılışın mümkün olmadığı ama “Kur’an”dan olduğu sabit olanlar var idiyse değişik nüshalarda bile farklı yazdılar. İkisinin de “Kur’an” olduğunu belirlediler. Meselâ, Tevbe Sûresi 100’üncü âyette dört nüshada sadece “Tahtaha” yazılmış, sadece Mekke nüshasında “Min Tahtıha” yazılmış. İşte, sonraki on kıraattan hiçbiri bu “Mushaf”ta yazılanlara muhalif değildir.

Bu “Mushaflar”ın dördü değişik yerlere gönderildi. Bunları birer kurra sahabi götürdü ve orada okuttu. Okuttuğu öğrencilerden meşhur olanlar çıktı. Bunlar 7 okul kurdular. Her okulun ikişer râvisi vardır. Böylece bu yedi kıraat üzerinde sonra icma edilmiştir. Diğer ekoller ise munkarız olmuştur. Yani, yedi ekol varlığını bugüne kadar getirmiştir. Bununla beraber, diğer ekollerin kıraatleri de yazılı hâle getirildi. Şimdi kimlerin nasıl okuduklarını biliyoruz, ama onları “Kur’an” saymıyoruz.

Soınra bu yedi okul birleştirilip birlikte okunmaya başlandı. Böylece yedi kıraat üzerinde icma hâsıl oldu. Bugün bir “Kıraat İlmi” doğmuştur. Kıraat okulları vardır. Bu okullar bunun üzerinde devam etmektedir. Kıraat farklarına misal olarak “Erculiküm” ve “Erculeküm” vermiştik.

Fatiha Sûresi’nde de “Meliki Yevmiddin” ve “Mâliki Yevmiddin” yedi kırattendir.

-Bugün yapacağımız bir şey var mıdır?

Yapacağımız şey, dünyadaki kurraların kıraatlerini ses bantlarına alıp saklamaktır. Bunlar üzerinde çalışarak fonetik olanın aslına daha çok yaklaşmaktır. Bizden öncekiler seslerin çıkışlarını açıklayarak notaya aldılar. Okuyarak intikal ettirdiler. Ancak, bu ağızdan ağıza geldiği için farklılaşma olmuş olabilir. Aslını bulabilmemiz ancak yeryüzündeki kıraatleri birleştirmekle mümkündür.

Kıraatler her haliyle kesinleşmiş olduğu için ona katabileceğimiz bir şey yoktur. Ama onlar içinde efdal kıratleri ortaya koyabiliriz. Şöyle ki; “Melik yevmi eddin” mi, yoksa “Mâliki yevmi el-din” kıraati mi daha efdaldir diyebiliriz. Bunu da şöyle tesbit edebiliriz. Eğer “Melik” okusak, ism-i fail tek olur. Eğer “Âlemin”i buna eşletirsek bu sefer de diğer elifler 7 olmaktan çıkar, 6 kalır. O halde efdal okuma “Mâliki Yevmiddîn” olmalıdır diyebiliriz.

Dünyada kıraati bu kadar titizlikle nakledilmiş ve icma ile tesbit edilmiş başka hiçbir metin yoktur.

Bir metne ihtiyacımız vardır. O metin bizi birleştirecektir. Hem değişik toplulukları birleştirecek, hem de değişik çağları birleştirecek bundan başka Yeryüzünde bir metin mevcut değildir. Diğer din kitaplarının hiçbirinin kıraat versiyonları bile yoktur. Herkes kendisi nasıl isterse öyle okur.

b) -KİTAB

Ses söylenir geçer. Söyleyen bile ne söylediğini unutabilir. Oysa yazı kalıcı hâle gelir. Hem yazanın hafızasını tazeler, hem de uzaklara götürür. Nesilden nesile ulaştırır.

Bu bakımdan tarihte iki büyük uygarlık doğmuştur: “Mezopotamya Uygarlığı” ve “İbrani Uygarlığı”.

1. Bu uygarlıklardan birincisi “şekil yazısı”nın buluduğu “Sümer Uygarlığı”dır. Çivi yazısı bulunmuştu.

2. Diğeri ise “harf yazısı”nın bulunduğu “İbrani Uygarlığı”dır.

Bugün “Kur’an” en ileri yazı tekniği ile yazılmıştır. Dünyada 300 milyon nüshası vardır.

İlmin metodu şu olmalıdır. Bu 300 milyon nüsha incelenip ortak yazı bulunmalıdır. Elimizdeki “Kur’an” son derece ileri bir yazı ile yazılmıştır. Bunu anlayabilmemiz için yazı tekniğne bakmalıyız. İnsan kelimeleri birden kavrar. Nasıl kulaktan parça parça çıkan sesler şöyle dursun, vurgusu farklı olan sözü zor anlarsak, yazıda da farklı yazılan sözü zor anlarız. Yazılması ve öğrenilmesi zor olmakla beraber en uygun yazı şekil yazısıdır. Çünkü her şekil insan zihninde hemen o varlığı hatırlatır. Ayyıldızlı bayrak yerine “Türkiye Cumhuriyeti” yazabilirdik. Ama hiçbir ülke bunu yapmaz. Bayrağında şekil yazısını tercih eder.

İşte Lâtince yazısı şekil yazısı değildir. Kelime varlığı temsil etmez. Oysa Arap yazısında sesli harfler olmadığı için kelime üçer beş boyutları ile yazılır ve göz hemen onu harf harf değil, toptan tanır. Ben sizi yüzünüzün tamamı ile tanırım. İlk Kur’an yazısı böyle idi. Eksik idi. Bugün ise harekelendirilmiş olduğu için hem harf yazısı hem de şekil yazısının bütün iyi yanlarını korumuştur.

Kur’an” böylesine güzel bir yazı ile yazılmıştır. O sebepledir ki hat sanatı sadece Müslümanlarda bu seviyeye çıkmıştır. Kitap 600 sahifedir. Her sahifede onbeş satır vardır. Her sahife âyetle bitmektedir. Yani, bir cümle ikinci sahifeye geçmemektedir. Mü’minler günde 20 sahife okurlar ve Ramazan ayında kitabı hatmederler. İşte böylece elimizde herkesin “Kur’an” olarak gördüğü kitap vardır. Nüshalar arasında sadece harekelerde fark olabilir. Yazı bakımından hepsi birbirine uygun haldedir.

Şimdi Kur’an’ın nasıl yazıldığını ele alalım.

Kur’an” Mekke’de nâzil olmaya başlayınca Arapların çok ilkel yazısı vardı. Sesli harfler hiç yoktu. Bazı harfler de eksikti. Bazen iki bazen üç harf aynı şekilde yazılıyordu. Kitap diye bir şeyleri yoktu. Deri, tahta, kemik, taş gibi şeyler üzerinde parça parça yazarlardı. Bir sandıkta saklarlardı. “Kur’an” da böyle yazılmaya başlandı. Araplarda yazı sadece borç ve alacakların tesbiti için kullanılırdı. Bir de bazı şiirler yazılır ve Kâbe’nin duvarına asılırdı. Medine’ye gelindiğinde Suffe Okulu kuruldu. Burada sistemli bir şekilde ama yazıda hiçbir değişme olmadan yazıldı.

Hazreti Osman zamanında deriden yapraklarla kitap haline getirildi ve beş nüsha olarak çoğaltılıp diğer ülkelere gönderildi. Oralarda artık bu nüshalara dayanılarak Kur’an’lar yazılmaya başlandı.

Kur’an”ı her Ramazan ayında okumak, Hazreti Peygamber (AS) döneminde başlanan bir gelenekti. “Kur’an” yazılırken ihtilaflı olan kısımları “Kur’an”a almadılar. “Tevbe”nin ayrı sûre mi aynı sûre mi olduğunda ihtilaf ettiler. Sonunda ayrı yazılıp “Besmele” konmamasında ittifak ettiler.

Kur’an” otuzar cüze ayrıldı. Böyelce her gün bir cüz okunuyırdu. Bu cüzler sahişfelere uymuyordu. Her hattat kendisi nasıl istiyorsa sahifeleri öyle tertib ediyordu.

Sonra harekeler kondu. Noktalama işaretleri konarak yazı kâmil bir şekle sokuldu. Ayırd etmek için de bunlar başlangıçta renkli mürekkep kullanıldı ise de sonra bundan vazgeçildi.

Kur’an” Osmanlılar döneminde bugünkü sayfa şeklini aldı. Günümüzde de yazıda bazı değişiklikler yapılmıştır. Mesela, “N” “M”den önce gelirse “M” okunur, bunu anlatmak için cezim yerine küçük mim harfi kondu. Ayrıca “Allah” lafızlarının aynı hizaya geldiği mucizeli Kur’an yazıldı.

Görülüyor ki, “Kur’an”ın bugünkü şekilde yazılması için birtakım yazı teknikleri geliştiridi. Ama ilk günden bugüne kadar değişmedi. “Kur’an”ın ilk beş nüshası icma ile belirlendi. İcma demek, alternatifi yok demektir. O halde “Kur’an” yazılmış ve günümüze kadar gelmiş tek kitaptır. İnsanlığın ortak yazıya ve ortak metne ihtiyacı vardır. Onun Allah sözü olduğuna veya olmadığına inanabiliriz. Ama biz kendimizi onu öğrenmekten alakoyamayız. Bunu öğrenmek zorundayız.

“Kur’an”ın yazısında yapacağımız bir şey var mıdır?

Kur’an”ın yazısında yapacağımız fazla bir şey yoktur. Bazı harflerin yazılışında güzelleştirme yapabiliriz. “A” harflerinin bazısı “V” veya “Y” harflerinden dönüşmüştür. Bu harftir, yazılmalıdır. Ama bazı “AA”lar harekenin uzatılması şeklindedir. İlk nüshalarda harften dönüşenler yazılıyor, dönüşmeyenler yazılmıyordu. Bu kurala bugün tam uyulmamaktadır. Harflerin sayısına göre elif yazılmalı veya uzatma işareti konmalıdır. İcma edilen kuraatler siyah mürekkeple yazılmalı. Farklı kıraatler ise farklı mürekkeple işaretlenmelidir. Ayrıca Lâtin harfleri ile de yazılmalıdır. Biz bu yazıyı geliştirdik. Harekeleri küçük harfle yazdık. Okunmayan harfleri küçük harflerle yazdık. “A” harfinin yanında “v” veya “y” işareti koyduk. Tenvini küçük harf yaptık. 

İşte “Kur’an” kaynakla mutabık olarak günümüze kadar gelmiştir. Daha önceki parçaları bulup şimdiki “Kur’an”ı tahrif etme düşüncesinde olanlar vardır. Oysa onlar bulunsa bile icma ile sabit olmayacakları için “Kur’an” sayılmayacaklardır. Kimileri de sûrelerin yerlerini değiştirmek, âyetlerin yerlerini değiştirmek çabasındadırlar. Bunu tercümelerde yapabiliyorlar. Oysa “Kur’an”ın sûre ve âyet sıralarında ihtilaf yoktur. İttifakla yazılmıştır. İnsanlık böyle ortak metne sahip olmasından dolayı ister onu Allah kitabı olarak kabul etsin, ister etmesin, onu öğrenmek ve değerlendirmek durumundadır. Allah Arapları belli zamandan sonra güçsüz hâle getirmiştir. “Kur’an”ı kabul eden insanlık asla Arapların hakimiyetine girmiş olmaz. Çünkü onların bir gücü yoktur. Olmayacaktır da.

c) -ZİKİR

Kur’an” kıraat olunuyor. Yazılmış da. Bu hususta bir sıkıntımız yoktur. Ancak bütün bunlar yeterli değildir. “Kur’an”ın indiği tarihteki Arapçayı bilmemiz gerekir. Diller her zaman değişmektedir. Bizim evde “seki”ye “sevke” derdik. Amcamların evlerinde “sevki” derlerdi. Bu kadar kısa zamanda değişmeler olursa binlerce senede neler olur? Bizde teyzeye hala deriz. Ki Arapçası doğrudur. Halaya “Bibi” deriz. Oysa İstanbul Türkçesinde yanlış olarak babanın kardeşine hala denmektedir.

İşte “Kur’an”ın dilini tesbit edip korumak için Müslümanlar seferber olmuşlardır. “Kur’an Arapçası” gibi bir Arapçanın ilmini yapmışlardır. Bugün elimizde başka hiçbir dil için sözkonusu edilmeyen bir “Kur’an Arapçası” vardır. Bunlara ulumu semaniye denmektedir.

  1. Önce harflerin çıkış yerleri, çıkış şekilleri, özellikleri, dönüşümleri, dizilişleri, bitişmeleri üzerinde ilim yapılmış ve “Tecvit İlmi” geliştirilmiştir.
  2. “Kur’an”dan önceki cahiliye dönemi şiirleri ile halkın deyimlerini ele alarak “Kur’an”ı da ana kaynak kabul eden “lugatlar” hazırladılar. “Kur’an”dan sonraki dili örnek almadılar. Hadisler bile dilciler için kaynak olmamıştır. Bu metotla incelenmiş hiçbir kitap yoktur. Mesela, Marx’ın Kapital’i için böyle bir incelemeyi sosyalistler yaptılar mı? Kapital’in dilini ana kaynak yaptılar mı? Marx ile hiç alakası olmayan Rusçayı kendilerine dil yaptılar. Onu da yeni dil olarak ele almak istediler. Bu çalışma o kadar önemli olmuştur ki, böylece Arapça çağlar arası dil oldu. Bugün “Kur’an Arapçası”nı günlük Arapçadan daha kolay anlıyoruz.
  3. Sonra dilde kelimelerin üretilmesi kurallarını geliştirdiler. “Sarf İlmi” ortaya çıktı. Bunun önemi şundan vardır. Köklerden yeni kelimeler ancak bu sayede üretilir. Hangi kalıpların hangi manâlar taşıyacağı ancak böyle bilinir.
  4. Sonra cümle yapısını incelemeyi ayrı ilim yaptılar. Buna “Nahiv İlmi” dediler. Bu sayede cümlede fail, mef’ul, zamir gibi fonksiyonların taşıdığı manâları belirlediler.
  5. Değişik ifadelerin taşıdığı ince manâyı ele aldılar. “Al, bunu al, kitabı al, bu kitabı al” ifadesinde hep aynı iş karşı taraftan isteniyor. Ama ne zaman uzatıp sadece “al” deriz. Ne zaman “bunu al” deriz. Ne zaman “kitabı al” deriz. “Al” dediğiniz zaman hiçbir manâ taşımaz. Uzattığın şeyi al çıkar. “Bunu al” dediğin zaman, başkasını değil bunu al çıkar. “Kitabı al” dediğinizde, size kitabı veriyorum, gereğini yap demek olur. “Bu kitabı al” deyince, başka kitabı değil, sadece bu kitabı al da ona göre değerlendir manâsı çıkar. Bu kitabı uzattığın zaman böyle uzatmadan söylersen daha başka manâlar ortaya çıkar. İşte bunları inceleyen ilme “Maani İlmi” dediler.
  6. Beyan İlmi”: Yeni kavramları ifade etmek için dilden yararlanma sanatıdır. Başta teşbih yani benzetme gelir. Mecaz ve kinaye sanatları kullanılır. Kelimelere yeni manâlar yükleme demektir. “Kur’an” hemen hemen hiç yeni kelime üğretmedi. Hep kelimelere yeni manâlar yükledi.
  7. Bedii İlmi”: Bir sözü söylerken karşı tarafa dinletmek gerek. Çiçekler ne kadar güzeldirler. Böylece arıları kendilerine çekerler. Güzel koku neşrederler. Biz bir şeyi yediğimiz zaman sadece doyurucu olması ile yetinmeyiz, onun tatlı olmasını da isteriz. İşte konuşan bunlara uyarak konuşursa o zaman dinletir, yoksa dinletemez. “Kur’an”ın bu bediiyyatını ortaya koymak için bediiyyat ilmi oluşturuldu. Bu bütün sanatlar için geçerli kuralları içerir. “Kur’an”ın en üstün sanat kurallarına uyduğu belirlendi. Gramerde hata yapılmadığı ortaya çıktı. Hata gibi görünenlerde çok ince manâların taşındığı belirlendi.
  8. Son alarak Araplarda olmayan bir ilmi daha eklediler. Bu da “Mantık İlmi” idi. Bunu Hıristiyanlardan öğrendiler. Onlar Yunanlılardan öğrenmişlerdi. Dil kademe kademedir. Konuşma dili müşahhas dildir. Yazı dili mücerret dildir. Bir de şiir dili vardır. Sanat dilidir. Hukuk dili vardır. Yorum dilidir. Bunların hiçbirinde kelimenin delalet ettiği sınır çizilmez. “Ankara” deyince ne anladığımız belirsizdir. Sınırları belli değildir. Ama yasalarca belirlenen bir Ankara kenti vardır. Onun sınırları bellidir. İşte böylece kavramları kesin olarak sınırlandırılmış dil ilmî dildir. Mantık dili deniyor. Kuşlar için bu kullanılıyor. Çünkü onların dilinde kesinlik vardır. “Kur’an” kelimelerini tanımlamamıştır. Onu müçtehitlere bırakmıştır. Toplululuklara bırakmıştır. Bunun ilmi gerekmektedir. Bunu da Müslümanlar en üst seviyeye çıkardılar.

Böylece sekiz ilmi geliştirdiler. Bunları tamamen kendileri yeniden kurdular. Sadece “Kur’an” için yaptılar. Mantığı Yunanistan’dan aldılar. Ama şer’î ilim saydılar.

Bunun yanında “Kur’an”ı anlamak ve uygulamak için de matematiği ve müsbet ilimleri geliştirdiler. “Kur’an” böylece dili ile tesbit edildi. Bize kadar geldi. Bizim bu hususta sıkıntımız yoktur.

Bizim burada yapacağımız çok iş var. Önce bu “Kur’an Arapçası”nı öğrenmeliyiz. Kelimeleri çağımızın ilimleri ile tanımalıyız. Böylece “Kur’an” bu yeni tanımlarla anlaşılacaktır. Bu tanımlar Kur’an dilinin gramer kurallarına uymalıdır. İcmalara aykırı olmamalıdır. Kendi aralarında tutarlı olmalıdır. Sonunda öyle sistem ortaya çıkmalıdır ki, çağımızın sorunlarını çözmelidir. Biz “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nı böyle oluşturduk. Bu konudaki çalışmalarımız devam etmektedir.

d) -FURKAN

İlim başkadır, içtihat başkadır. İlim geçmişi bize öğretir. Ne var ne yok, onu tesbit eder. İçtihat ise gelecekte ne yapmamız gerektiğini ortaya koyar. İlim bir kuralın nerelerde bulunduğunu tesbit eder. İçtihat ise bir yere hangi kuralların uygulanması gerektiğini belirtir. Yani bir yapılmadır. Bir toplanmadır.

Kur’an” ilimlerini öğrendik ama şimdi “Kur’an”ın getidiği hükümleri de öğrenmemiz gerekir. Yani, proje yapmamız gerekir. Gelecek hakkında hükümler çıkarmamız gerekir. Bunlar için bir ilim geliştirilmiştir. Bu içtihat ilmidir. Bu proje ilmidir. Kanunları yapma ve yorumlama ilmidir. Bu ilme insanlığın şiddetle ihtiyacı vardır. Bu ilim “Kur’an” üzerinde geliştirilmiştir. Ama bütün sözleşmelerde ve kanunlarda geçerlidir. Bu ilmi kolay anlayabilmemiz için “Kur’an” üzerinde durmamız gerekir. “Kur’an”dan başka böyle bir ilmi oluşturan bir kitap yoktur.

Kitap-Sünnet

Söyleyenin veya yazanın doğru olup olmadığını şimdi tesbit edebildiğimiz bilgi kitaptır. “İstanbul’da iki boğaz köprüsü vardır” sözü böyledir.

Doğruluğu söyleyenin doğru söylemesine bağlı söz veya yazı sünnettir. “İstanbul köprüsünü Demirel inşa ettirdi.” Bunu hiçbir zaman belirleyemeyiz.

Kur’an kitaptır. Hadisler sünnettir. 

İcma-İçtihat

Ayrı ayrı araştırmalar yapıldığında birbirinin etkisi altında kalmadan aynı sonuca vardıkları hükümler kesindir. Hata yoktur kabul edilir. Sonra gelenlerin ona uyma mükellefiyetleri vardır. Görüşleri farklı olsa da, aksi icma oluncaya kadar ona yuyarlar. İçtihat ise araştırmacının kendi görüşüdür. İcmaya aykırı olmayan görüşlerde her araştırmacı kendi görüşüne göre amel eder. Araştırma yapamayanlar, kendi araştırmaları ile seçtikleri araştırmacılara uyarlar.

Hakim-Hüküm

Kural, toplulukların yaşarken uymaları gerekenlerdir. Kâinat kurallar içinde yaratılmıştır. Biz ancak o sayede yaşayabiliyoruz. Kurallar olmasaydı ateşe elimizi soktuğumuzda yanacağını bilemez ve kolumuzu kül ederdik. Kâinat’ta kuralları koyan kim ise, toplulukta da kuralları koyma onun yetkisindedir. Ancak o bu kuralları koymayı topluluğa bırakmıştır. Topluluk adına kişi içtihadını yaparak kuralları koyar. O kural kendisini ve ona uyanları bağlar. İttifak olursa herkesi bağlar. Kişi kural koyarken topluluk adına yani Allah adına koymaktadır. 

Külfet-Mükellef 

Kurallar içinde kişilerin görevleri vardır. Buna “külfet” diyoruz. Mükellefin yetkileri vardır, sorumlulukları vardır, hakları vardır. Burada mükellef olan kimse insandır. Kendi adına bu işleri yapacak ve karşılığını da alacaktır. Böylece bir düzen ortaya çıkmış olur.

İşte “Kur’an” bize kıraati ile, kitabı ile, zikri ile ve furkanı ile gelmiştir. Elimizde kesin bir metin vardır. Kesin şekilde okutulmaktadır. Dili açıklıkla bilinmektedir. Yorum tekniği de gelmiştir. Başka böyle bir kitap yoktur. Böyle olacağı da daha Mekke’de bildirilmiştir.

Her yazıda zamanla bozulma vardır. Entropi büyümektedir. “Kur’an”ın entropisi küçülmektedir. İcma ile sabit olanlar kesinlik kazanarak entropisi küçülmektedir. Dağılma daha dar aralıkta gerçekleşmektedir. Bu en büyük mucizedir. Bunun baştan haber verilmesi büsbütün mucizedir. Çünkü bu entropinin küçülmesi bin yıllık büyük sosyal çaba ile gerçekleşmiştir.

Kur’an” insanlığın ortak dilini oluşturmuştur. Değişik toplulukların değişik zamanlar içinde anlaşabilecekleri tek dil ve kitap “Kur’an”dır. İnsanlığın buna benzer başka bir kitabı yoktur. İçindekileri kabul etmeseler de dil ve ortak metin olarak onu değerlendirmek zorundadırlar.

 

KUR’AN DEĞİŞTİRMİŞTİR

-Mekkelileri okur yazar yapmıştır.

-Arapları devlet aşmasına ulaştırmıştır.

-Abbasilere ilim uygarlığını kurdurmuştur.

-Türkleri dünyanın hakim ulusu yapmıştır.

-Avrupa Uygarlığının doğmasına sebep olmuştur.

Bunları getirdiği ileri düzen ile yapmıştır.

Şimdi “Kur’an”ın yaptığı yenilikleri tanıyalım.

0) ŞERİAT

İçtihat ve icma düzenini getirmiştir. Kendin için kuralları kendin koy, istediğin zaman da değiştir; ama, koyduğun kurallar geçerli iken ona uy. Diğer insanlarla istediğin sözleşmeyi yap ve istediğin zaman sona erdir. Ama sözleşme geçerli iken ona uy. İstediğin aşirete katıl veya ayrıl; ama, katıldığın toplulukların yöneticilerini dinle, kurallarına uy. Aranızda çıkacak anlaşmazlıkları kendinizin seçeceği hakemlere çözdür. Seçtiğiniz hakemlerin kararlarına uy. İşte bu içtihat ve icma sistemidir. Bunu insanlığa ilk defa “Kur’an” sunmuştur. İnsanlık hâlâ bu seviyeye ulaşamamıştır.

 

A) BARIŞ DÜZENİ

İSLÂM (1) İslâm, barış içinde yaşama anlaşmasıdır. Sözleşmeler yapalım, hakemlere gidelim, başkanımızı seçelim. Birbirimizle savaşmadan barış içinde yaşayalım. Aşiret, kabile, şa’b, kavm ve insanlık içinde birlikte barış düzenini ilk defa “Kur’an” getirmiştir. Bütün insanlığa hitap eden bir kitap olmuştur. Ama kavimliği, şa’bliği, kabileliği, aşiretliği ortadan kaldırmıştır. Bunların barış içinde yaşaamsını önermiştir. Birbirine hakim olmadan barış içinde kendi varlıklarını koruma düzenini İslâmiyet getirmiştir. Yerinden yönetimli lâik düzendir.

İMAN (2) Barış hakemlerin kararlarına uymakla sağlanır. Barışı korumak için bir güce ihtiyaç vardır. Bunu kim korusun? Bunu gönüllü askerler korusun. Zorla kimse askere alınmasın. Askerlik yapmak istemeyenler cizye versinler ve savaşa katılmasınlar. Ama hakem kararlarının uygulamasını sağlama yetkisi de bunların olsun. İşte cizye usulü ile gönüllülerin barışı sağlama sistemini “Kur’an” getirmiştir. Bunlar mü’minlerdir. Mü’min, güven altına alan kimse demektir.

HİCRET (3) Yeryüzü işgal ve ihya ile bölüşülecektir. Anlaşabilecekler aynı yerde toplanabileceklerdir. Böylece yerinden yönetim oluşacaktır. Demokrasi seçimle değil hicretle oluşacaktır. Topluluğunu beğenmeyen ayrılıp istediğ topluluğa katılabilir. Ortak bulabilirse istediği seviyede topluluk kurabilir. Gümrük ve vize duvarlarını kaldıran ilk düzeni “Kur’an” getirmiştir.

CİHAD (4) Hakem kararlarına uymayıp barış düzenini bozmak isteyenleri tenkil etme gönüllü olarak asker olanların görevidir ve yetkisindedir. Ganimet için savaş haram kılınmıştır. Ancak hakem kararları ile mahkum olan devletlere saldırmak meşru olmuştur. Savaş ganimetleri meşru sayılmıştır. Ganimet için savaş yok ama meşru savaşta ganimet vardır. İşte bu kuralı da “Kur’an” getirmiştir. Böylece meşru yaşayanları korkutanlar ve fitne çıkaranlar tedib edilmektedir. Hukuk usulleri ile değil de askerî usullerle tenkil edilir. İller, mahkum olan kişileri bir taraf ederler. Yakınlarına veya beraberindekilere dokunmazlar. Devletler ise cephe savaşı verirler. Karşı cepheyi çökertirler. Kurunun yanında yaş da yanar. Cihad yapma yetkisi yalnız il ve ülkelere verilmiş olup bucaklar, ocaklar ve insanlık yapamaz. “Kur’an” ganimet savaşlarını kaldırdığı gibi kabile kavgalarına da son vermiştir. Tek devlet ilkesini de benimsememiştir. İnsanlığın silahlı yaptırım gücü yoktur. Hakem kararlarından sonra isteyen devletin gönüllüleri o devleti işgal edip orasını haraca bağlayabilir veya yağmalayabilir. Suçlu da kişi olarak bertaraf edilir. Yakınlarına dokunulamaz. Cezai sorumluluk şahsi ilkesini “Kur’an” getirmiştir.

 

B) KİŞİ YÜKÜMLÜLÜĞÜ

ÖĞRENME (5) Herkes insanlığın ve bulunduğu topluluğun kurallarını öğrenmelidir. Bunun için okumalıdır. “Kur’an”ın ilk emri okumadır. Öğrenmek için öğrenilecek şeyler olmalıdır. Bu da “Kur’an” olmuştur. “Kur’an” sözleri, yazısı, dili ve yorumu ilim olmuştur. Her toplulukta “Kur’an”ı öğrenenler olacak, bunlar kendi topluluklarına döndüklerinde kendi topluluklarına göre yorumlayarak kendi dillerine göre öğreteceklerdir. Bu tedris sistemini insanlığa farz kılan ilk dindir. “Kur’an”ı bütün insanlara kendi dilleri ile ulaştırma görevi mü’minlere yani ona inananlara verilmiştir. Sadece tebliğ edilecek ama asla zorlanmayacaktır. Onların birikimlerini öğrenmeyi de emretmiştir.

KEFFARET (6) Kötülüğü iyilikle def etme kuralı getirilmiştir. Zarar verene zarar vermek, suçludan intikam almak yerine; zararı tazminatla karşılamak, suçluya iyilik yaptırma ilkesi getirilmiştir. Kırmızı ışıkta geçen kişi para cezasını ödemez, trafik vakfına bağışta bulunur. Bağışı kendi isteğiyle yapar. Zorla alınmaz. Ama bu bağışı yapmayıp durmadan trafiği ihlal ederse bu kişi o topluluktan çıkarılır. Parası olmayan oruç tutar. Kendi kendine iyilik yaparak cezalandırma sistemini “Kur’an” getirmiştir. İnsanlık hâlâ uygulamamaktadır.

NEFY (7) Bir topluluk içinde yaşayanlar kuralara uymakla yükümlüdürler. Ama hiçbir zaman tam olarak kurallara uyma imkanı olmaz. Onun için kuralları bozmak zorunda olanlar karşılığında belirlenmiş keffaret iyiliklerini yaparak kötü fillerini kişiler kendi istekleri ile iyilikle giderirler. Böylece herkes kendi isteğiyle iyi olmaya çalışır. Bunu yapmayanları cezalandırmaya kalkışmak topluluğu huzursuz eder. Soruşturma ve mahkumiyet topluluğu hantal ve baskı topluluğu haline getirir. Böyle yapan kişileri birden cezalandırır. Yani, ayrı ayrı fiillerinden dolayı değil de, bütününü böyle yapmakla tek muhakeme ile ceza verir. O da sürmedir. Böyle olan kimseler hakem kararları ile veya başkanın takdiri ile o bucaktan sürülürler. Bu sadece bucak için sözkonusu olup, il veya ülkeden sürme sözkonusu değildir. İşte bu nefy metodunu getiren de “Kur’an”dır.

YASAKLAR (8) “Kur’an” haram kavramını getirmiştir. Haram demek, kötü bir iştir. Ama cezası yoktur. Sadece hukuk onu korumaz. Hukukun meşru saydığı filleri hukuk korur. Hukuk meşru saymadığı filleri korumaz, ama cezası da olmayabilir. İçki içmek haramdır, ama suç değildir, cezası yoktur. Kumar oynamak haramdır, ama cezası yokdur. İşte haram kavramı ile suç kavramını ilk ayıran “Kur’an”dır. Böylece devlet meşru fiilleri ve akitleri koruyan, yasak olan fiilleri cezalandıran, ama diğerlerine karışmayan, vatandaşları kendi hallerinde bırakan bir düzeni getirmiştir. Topluluğu bir suç-ceza sahasına dönüştürmemiştir. Ama gayrimeşru hareketleri dizginlemiştir. Cezalarda kesin ispat hükümlerini getirmiştir. Topluluğu cezalarla değil; keffaret, sürgün, haram ve diyet müesseseleri ile düzenlemeyi tercih etmiştir. Ceza muhakemeleri ile hukuk muhakemeleri usulünü ayıran “Kur’an”dır.

 

C) TOPLULUK YÜKÜMLÜLÜĞÜ

EVLİLİK (9) Serbest cinsi ilişki yasaklanmıştır. Yakınların cinsi ilişkide bulunması yasaktır. Evlenenler cinsi ilişkide bulunur ve aile kurarlar. Bu husus bütün dinlerde ve topluluklarda vardır. Sadece Avrupa topluluğu cinsi ilişkiyi serbest bırakmıştır. Sonuç da nüfus azalması ve AIDS olmuştur. Ancak “Kur’an” cinsi ilişkileri ideal şekilde düzenlemiştir. Evliliği sadece aleni akde indirmiştir. Resmî merasim zorunluluğunu kaldırmıştır. Zina yasağını yalnız bir kadının iddeti içinde iki kişi ile cinsi ilişki şekline sokmuştur. Yakınların cinsi ilişkide bulkunması veya gizli ilişkileri cezalandırmıştır. Cezada kadın-erkek arasında fark yapmamıştır. Boşanmayı da kolaylaştırmıştır. Mihir ile dengelemiştir. Böylece cinsi ilişki rahatlığını getirmiştir ama zinayı da önlemiştir. İdeal düzenlemedir. Batı hâlâ gaflet içindedir. Resmî olmayan cinsi ilişkileri hukukla düzenlemektedir.

YAKINLIK (10) Yakınlık müessesesini genişletmiştir. Nesep yakınlığı yanında sihri yakınlığı da kabul etmiştir. Böylece eşlerin yakınları evlere kolay girip çıkmışlardır. Ayrıca süt akrabalığı tesis etmiştir. Böylece başkaları tarafından büyütülen çocuk onların akrabası olmuştur. Dördüncü olarak kölelerle sahipleri arasında da akrabalığ koyarak birlikte yaşama imkânı sağlanmıştır. Azatlıktan sonra da yakınlık sürdürülmüştür. Savaş köleliği zorunlu kılmıştır. Ancak Roma’da kölelerin kişilikleri yoktur. Eşya hükmündedir. Davalı ve davacı olamazlar. Bu anlamdaki köleliği kaldırmış, bunun yerine sadece mülk sahibi olamama ilkesi getirilmiştir. Mülk edinme dahil tüm medeni haklara sahiptirler. Batı’da yasaklanan Roma tipi köleliktir. Yoksa İslâm tipi kölelik ise bütün hızıyla devam etmektedir. İşçi ve memur fiilen İslâm tipi köledir. Ecirlik ile esirlik arasında bir “s” “c” harf farkı vardır. Batı’da “c” “s” okunur.

İNTİFA (11) İşgal ile o yerden yararlanma hakkına sahip olurlar. Bıraktıkları zaman onun üzerinde hiç hakları kalmaz. Batı işgali mülkiyetin sebebi saymaktadır. “Bu beimdir!” denmektedir. Sosyalistler ise intifa hakkının doğmasına bile sebep saymazlar. “Kur’an” işgali intifanın sebebi sayar. Tahliyesiyle bu hak sona erer. “Kur’an”ın bu hükmü bugün bile anlaşılamamıştır.

MÜLKİYET (12) Emek insanın kendi hakkıdır. Başkalarının onu gasbetme hakları yoktur. Bir yerde bir kimse emek vermiş de onu üretmiş veya imar etmiş ise onun işgal hakkı devam eder. Buradaki emeğini kime devrederse orasını o işgal etmiş olur. Mirasçılarına intikal eder. Buna mülkiyet hakkı denmektedir. Yeter derecede değerlendiremediği için bu kişinin alinden alınabilir. Ancak emeğinin hakkı verilmelidir. Sosyalistler emeğin bu hakkını da tanımazlar. Tahliye halinde bir şey vermezler. Satmak veya mirasçılara devretmek yoktur. Böylece “Kur’an” ifrattan ve tefritten uzak bir düzen getirmiştir.

 

D- İBADETLER

VAKİT (13) Kişiler vakitlerini birlikte düzenlemelidirler. Yani, birlikte kalkmalılar, birlikte işe gitmelidirler, birlikte öğle tatili yapmalıdırlar, birlikte akşam mesaisine başlamalıdırlar, birlikte akşam tatili yapmalıdırlar ve birlikte yatmalıdırlar. Hafta tatllerini, yıllık tatillerini birlikte yapmalıdırlar. Bunun için “Kur’an” namazı emretmiştir. Bu namazlar mesai ve hayat zamanlarını düzenlediği gibi bir araya geldiklerinde aynı zamanda eğitim yaparlar, hayatı öğrenirler, bir de toplu kararlar alırlar. Gerçi bütün dinlerde vakit ibadetleri vardır. Ancak “Kur’an” bunu sistematize etmiş ve bütün hayatı kaplayacak şekilde düzenlemiştir.

MAL (14) İnsanlar kendileri çalışır, kazanır ve yaşarlar. Ancak yol gibi, savunma gibi ortak giderleri vardır. Bunun için de mallarının bir kısmını birleştirip ortak giderlere harcarlar. Bu bütün düzenlerde vardır. “Kur’an”ın burada yaptığı yenilik, bu ortaklık paylarını tesbit etmiş ve yöneticilere bir hak olarak vermiştir. Azamisi beşte bir olan bu payı “Kur’an” belirlemiş olur, değişmezdir. Bu yarılanarak azalabilir. Bu nisbeti, beşte bir niszbeti “Kur’an” tesbit emiştir. Yöneticilerin istedikleri vergileri koyma yetkisi kaldırılmıştır. Avrupa’da bu kanunla konur ilkesi ile uygulamaya çalışılmış, ancak kanunları hükümetler önerdiği için sonuç sadece kandırmaca olmuştur. Zekât yalnız kanunilik ilkesini düzenlemekle kalmaz, aynı zamanda mülkiyet hukukunu sonuna kadar korur. Sosyal güvenlik zekâtla sağlanır. Ondan sonra ekonomik faaliyetler tam liberal bir şekilde yapılır. Faiz yasağı ve zekât ile liberal düzen korunur. Oysa Batı düzeninde liberalizm korunmadığı için kapitalizme ve sosyalizme dönüşmektedir. “Kur’an”ın bu kuralı ile liberalizm 1400 yıl sorunsuz yaşamıştır.

BEDEN (15) İnsan bedenini birtakım yasaklardan korumalıdır. Zararlı şeyleri yememeli, serbest cinsi ilişkilerde bulunmamamalı, sigara gibi zararlı şeyleri almamalıdır. Hâsılı, iradesine sahip olmalıdır. Bu irade eğitimini ancak oruçla sağlıyorsunuz. Oruç ayrıca tabiî aşılamayı içerir. Sağlık müessesesidir. Oruç keffaretlerde bir araçtır. Bunu yılda bir ay olarak belirlemiştir. Bunun mevsim mevsim doladırması ile de rezonansı önlemiştir.

İNSANLIK (16) Biz kendi vaktimizi, kendi malımızı, kendi bedenimizi kendi topluluğumuz içinde koruyoruz. Ama insanlık içinde yaşıyoruz. Diğer insanlarla ilişki kurmamız gerekir. Ocağımızda günlük toplantılar yapıyoruz, bucağımızda haftalık toplantılar yapıyoruz. Ama bütün insanlığın ortaklaşa oluşturacağı bir merkeze ihtiyaç vardır. İşte bu da Mekke’deki Kâbe kabul edilmiş ve tüm insanlığa serbest bırakılmıştır. Mü’minlere ömürde bir defa oraya gidilmesi emredilerek orası yaşatılmıştır. Bugün Müslüman olmayanlara orasının yasaklanması cinayettir. Savaş sebebidir. Oraya kim girerse emin olacaktır. Bütün insanların ortak panayırıdır. Böylece tüm insanlığa açık ortak merkezi yalnız “Kur’an” teşri etmiştir. Son yıllarda Batı’nın koyduğu vize ve pasaport kuralları ile bu uygulama boğulmuştur. İnsanlık büyük bir afet beklemektedir. Sebeplerin başında nbu gelir. Nasıl hazreti Salih’in devesi kavimleirn helakine sebep olmuşsa, Mekke’ye girmeyi yasaklayanların da helakine sebep olacaktır. Bu yıllarda yapılan hacılık geçerli değildir. Onun için hac yapmıyorum. İnsanlığı Mekke’yi kurtarmaya davet ediyorum.

 

E- CEZALAR

KISAS (17) Cezada kısas kuralını getirmiştir. Kısas intikamdan, kan davasından tamamen farklıdır. İntikam ve kan davası bizzat intikamdır. Muhakemesiz yargıdır. Kısas ise muhakeme edilerek fazla değil sadece kasden verdiği müessir fiili benzeri ile karşılamaktır. Bu hukukun temel kuralıdır. Ancak burada birtakım şartlar getirilmştir. Kısas için tam kasıt bulunacak, fiil kesin olarak ispatlanacak, kişi o topluluktan ayrılıp gitmiş olmayacak, mağdur olanlar da afv etmiş olmayacak. Böylece müesseseyi hukuken korunması için korumuştur, ama şartları ağırlaştırarak fiilen asgariye indirmiştir. “Kur’an” kısası ideal şekliyle düzenlemiştir.

DİYET (18) Suç mağdurlarına ödenen tazminattır. Bu sayede bir taraftan kısas azaltılmış, diğer taraftan mağdurluk da telafi edilmiştir. “Kur’an”ın burada yaptığı yenilik diyetin dayanışma ortaklarınca ödenmesidir. Bu hususa o kadar uyulmuştur ki, müçtehitler taksitlere faili bile katmışlardır. Bu sayede diyet ödenir hâle gelmiştir. Yoksa fail genellikle diyeti ödeyemeyeceği için hatalı ölümlerde intikama gidilir. Dayanışma ortaklığı hatalı zararlarda dayanışmayı sağladığı için sanayi döneminin garantili sigortası olmuştur. Batı sigorta sistemi kişileri suça teşvik eder. “Kur’an”ın sigorta sistemi suçu önler. Diyet, cezaların paraya dönüşmüş şeklidir. Ceza hukuku kuralları uygulanmaz. Kesin ispat istenmez, kasdın olması aranmaz, topluluktan ayrılsa da diyet düşmez. Diyetlerde afv caiz değildir. Diyetleri mirasçılar alır, affı varis olmayan en yakınlı alır. Mirası reddedenin mirası diğer varislere gider. Sonraki varislere gider. Bu ilkeyi “Kur’an” getirmiştir.

GEÇİCİ TEŞHİR (19) Zina gibi topluluğu ifsat eden fiilleri sopa ile cezlandırmıştır. Zevke karşı eziyet ilkesi geliştirilmiştir. Ceza aleni olarak halkın içinde ve fiilin işlendiği yerde uygulanır. Halka teşhir edilir. Böylece suç fiillerine karşı sosyal baskı yaratılmış olur. Hapis cezası ise hürriyeti bağlar. Yalnız kendisine değil, yakınlara da ceza olur. Cezanın şahsiliğine aykırıdır. Burada tam birleşme şartı getirilmiştir. Sevişme ve flört cezalandırılmamıştır.

SÜREKLİ TEŞHİR (20) Hırsızın kolu kesilir, azgın erkek hadım yapılır. Bu kişiyi suç işlemez hâle getirir. Onun hırsız olduğunu bilir. Ancak burada kesin ispattan başka yeni bir şart getirilmiştir. O da çalınan miktar belirlenen miktardan az olmalıdır. Bu miktarı her bucak kendisi belirler. Böylece kol kesme cezası hiç uygulanmayabilir. Korkutma bakımından kol kesme cezasını bırakmış ama uygulama bakımından son derece zorlaştırmıştır. Böylece cezanın önleme işlevini kaybetmeden ceza uygulaması asgariya inmiştir.

 

F- GÜVENLİK

NAFAKA (21) Herkesin yaşama hakkı vardır. Çalışsın çalışmasın, hasta olsun sağlam olsun, herkes için sosyal güvenlik konmuştur. Çocuklarını anne babaları infal ederler. Yaşlılara çocukları bakarlar. Çocukları veya anne-babaları olmayanlara ise yakınları bakarlar. Bütçeden bunlar desteklenir. Yani, soysal güvenlik yakınlık üzerine oturmuştur. Ancak maddi bakımdan topluluk bütçesi ile desteklenmelidir. Yani, genel sigorta vardır. Daha insanlık bu seviyeye ulaşamamıştır.

ÇALIŞMA (22) Vergiyi faizsiz kredi karşılığı almıştır. Kişi faizsiz olarak kredisini alır, kullanır ve kendi beyanıyla vergisini öder. Ödediği vergiye göre kredisini azaltır veya eksiltir. Selem müessesesi ile devre başında halk tüm ekonomik faaliyetleri düzenler. Birinci Kur’an Uygarlığı’nda bu uygulanamamıştır. “III. Bin Yıl Uygarlığı” buna dayanacaktır. “Kur’an” bunun için bir sahife tutan en uzun âyeti indirmiştir.

BAŞKANLIK (23) Her topluluğun bir başkanı olacaktır. İki kişi yan yana gelince biri başkan olacaktır. Başkana yetki ittifakla verilecek. Başkan istişare ettikten sonra kararlar alacak, aldığı kararlar uygulanacak. Mağdur olanlar sonra hakemlere gidip haklarını alacaklardır. Başkanın emirlerini dinlemeynler o topluluktan ayrılacaklardır. Bu başkanlar ocak ve bucak başkanlarıdır. İl, ülke ve insanlık başkanları ancak kendi merkez bucaklarının başkanıdır. Umme’l-kura vardır. İmamu’l-kavm yoktur. İmamu’n-nâs yoktur. İmam-ı Mekke vardır. Mekke de umme’l-kuradır. Bu yeniliği “Kur’an” getirmiştir. Bu yerinden yönetim sistemidir. Hâlâ anlaşılamamıştır.

HAKEMLİK (24) Hazreti Peygamber (AS) tüm nizaların çözülmesini yargıya bağlamıştır. Savaş esnasında düşmanlarla bir olan Yahudilere yargısız infazı uygulamış, anlaştıkları hakemin yargısı ile çok ağır ceza verilmiştir. Yargı kararına aynen uymuştur. Merkezden atanan hakimlerin yerini veya başkan yargının yerini hakemlik sistemi almıştır. Bu hususta açık hükümler koymuştur. Bugün Batı hukukunda isteğe bağlı ve yalnız hukukta kabul edilmiştir. Oysa “Kur’an” yargıyı her sahada tedvin etmiştir.

 

Görülüyor ki, “Kur’an” hukuk reformunu yapmış, anayasa reformunu yapmış ve köklü reformlar sayesinde bugünkü medeniyet oluşmuştur. İçtihat müessesesinin kapatılması ile “Kur’an” değil, ondan istihraç edilmiş hükümler yetersiz kaldığı için İslâm âlemi gerilemiştir. Ancak “Kur’an”ın yeniden ele alınıp içtihatlar yapılması ile insanlar “III. Bin Yıl Uygarlığı”nı kuracaklardır.

Yukarıdaki konulardan her biri bir doktora konusudur. Gençler bunlardan birini seçip değişik fakültelerde doktora yapmalıdır. Mesela, İslâm’da içtihat ve icma bir doktora konusudur.


IV- TEDRİS 

1- ÖMÜR BOYU

2- ÖĞRENME-ÖĞRETME

3- OKUMA-ÇALIŞMA

4- DERECELENME: a) -İCAZET

b) -SIRALAMA

c) -TEST

d) -BAŞARI 

 

4- TEDRİS 

İslâmiyet’te eğitim “Kur’an”ın ezbere okunması ile başlamıştır. “Kur’an” okunuyor, namaz kılınıyor. Sonra “Kur’an”ı kitaptan okumak için okuma yazmayı öğrendiler.

 

1- ÖMÜR BOYU

Kur’anda “Rabbim, ilmimi ziyede et diye dua et.” diyor. Bu emir bize tüm ömür içinde okumamızı emrediyor. Hazreti Peygamber de bunu “Beşikten mezara kadar ilmi talep et” diye yorumluyor.

İnsanın günü 24 saate ayrılmıştır. Bunun yarısı yaşama gerekleri ile geçer. 8 saati uyku, 4 saati de yemek ve dinlenmek, aile içi sohbet şeklinde geçer. Diğer yarısı da çalışma hayatı için ayrılmıştır. Çalışma hayatı için ayrılanın yarısı yani 6 saatinde geçinmek için çalışılır. Bu çalışma ile aile geçinir. Allah Kâinatı öyle bir düzende yaratmıştır. Bu kadar çalışmakla insan yaşayabilnekte ve çoğalabilmektedir. İnsan 6 saatlik süreyi ise başka işlerde kullanmaya ayırma durumundadır.Bu da öğrenmedir.

İnsan insanlık evrimini geçirmektedir. Her asır insanlık biraz daha ileri gitmeketdir. Bu ileri gitme insanın bunun için yaptığı çalışmalara bağlıdır. İnsanın evrimleşmesi, yeni projeler üretmesi ve bu yeni projeleri uygulamasıdır. Herkes, beşikteki çocuk, hattâ anne karnındaki çocuk, günde üç saat eğitilmektedir. Buna göre yeni hayat, daha ileri hayat öğretilmektedir. Geri kalan üç saatte de yeni proje üretilmektedir.

Burada işbölümü yapılmaktadır. İlim adamları yeni projeler üretirler. Halk ise bunları uygulamaya koyar.

Günün 24 saati şöyle bölümüştür:

  1. Sabah saat dörtte kalkılır. Temizlik yapılır, el yüz yıkanır. Üç rekat vitir namazı kılınır. Yamek yenir.
  2. Sabah 6’dan önce mescide gelinir. İki rekat sabah namazı kılınır, işbaşı yapılır. Bu resmi iş 6 saat sürer. Bu arada yaşlılar, hastalar, çocuklar günlük eğitime tâbi tutulurlar. Kadınlardan isteyenler de iş yaparlar.
  3. Saat 12’de toplanılır, öğle namazı kılınır ve evlere gidilir. Yemek yenir. Öğle uykusu yapılır. İkindi vakti mescide gelinir.
  4. Saat 15’de ikindi kılınır, öğleden sonraki mesaiye gidilir. İlim adamları ilmî çalışma yaparlar. Halk ise bu arada ilim adamlarının ürettiği yeni projeleri uygulayarak para kazanırlar. Yani, insanlar isterse bu üç saatlerini ilimle, isterlerse artı üretimle geçirirler. Ülkenin imarına sebep olurlar. Akşam saat 6’da mescide gelir, namazlarını kılar, evlerine giderler.
  5. Evde akşam yemeği yerler ve isterlerse iki rekat evvab namazı kılarak mescide gelirler. Mescitte 3 saatlik farz olan ortak öğrenimde bulunurlar. Bundan sonra dağılıp yatarlar.

İşte 24 saat böylece öğrenimle geçer. Bütün ilimleri Kur’an’ın bir yorumu olarak okurlar. Bu insanların ilimde birleşmelerini sağlar. Çağlar arası ve uluslar arası köprü kurarlar.

2- ÖĞRENME-ÖĞRETME

İslâmiyet’te öğretmen sınıfı yoktur. Herkes bildiklerini öğretmek, bilmediklerini öğrenmekle yükümlüdür. Dolayısıyla öğrenme ve öğretme herkesin insanlık görevidir. Nasıl yemek yemenin mesleği yoksa, uykunun mesleği yoksa, ilmin de mesleği yoktur. Doğal ihtiyacın karşılanmasıdır. Bu nasıl sağlanacaktır? Akşam üç saatlik sohbetler cemaat hâlinde olacaktır. Kur’an mealleri ve tefsirleri okunacaktır. Bu okunacak tefsir ve mealler öğleden sonraki üç saatlik ilmî çalışma esnasında hazırlanacaktır. O akşam cemaate o meal ve tefsir okunacaktır. Sorular varsa cevaplandırılacaktır.

Bu meal ve tefsir hazırlanırken aşağıdaki usul uygulanbacaktır:

  1. Önce Kur’an o gün o ilim heyetine nâzil olmuş kabul edilecek. O günkü günlük olaylar üzerinde yorum yapılacaktır.
  2. Yorum amelî olacaktır. Yani, Kur’an bize ne yapmamızı emrediyor? Bugün bize ne emretti? Bu husus ele alınıp yorumlanacaktır.
  3. Kur’an o gün ortaya çıkan ilimlerden yararlanılarak açıklanacaktır. İlim adamları kendi aralarında ilmî sianrtalar ve usul ilimlerine dayanarak yorum yapacaklardır. O ilimlerin gelişmesinde de Kur’an’dan yararlanacaklardır. Ancak sonunda kendileri görüşlerini ve ittifak anlayışlarını ortaya koyacaklardır. Böylece Kur’an her ocakta her gün yeniden yorumlanmış olacaktır.
  4. Kur’an üzerinde araştırmalara ve yorumlara giderken, bu yorumları dinleyip anlarken, insan kendisi zamanla Allah’la konuşur hâle gelir. Beyninizde sorular doağar ve sorular istişare esnasında beyne gelen ilhamlarla cevaplandırılır. Beyninde doğan sorular ve istekler senin Allah’a olan hitabındır. Senin beynine gelen ilham da Allah’ın sana bildirdiğidir. Bu arada senin alıcı beynin kusurlu olduğu için yanlış anlamış olabilirsin. Bundan mümkün olduğu kadar kurtulmak için birlikte soru sormak ve alınan cevapları birleştirererk değerlendirmek gerekiyor ki bu da icmadır.

İstişare meclisi halka şeklinde oluşur. Herkes bildiğini ortaya koyar ve öğretmiş olur. Herkes dinler ve öğrenmiş olur. Herkes bildiğini ortaya koymakla yükümlüdür. O ona farzdır. Diğerlerinin de dinlemesi ve onlardan en iysini seçip onu yapması farzdır. Herkes her gün 6 saatlik günlük üretime katılmak zorundadır. Üreticidir. Onun dışındaki zamanlarından 3 saatini de mutlaka öğrenmeye ve öğretmeye ayırmak zorundadır. Yine bu da ona farzdır. Geri kalan 3 satalerini alimler ilim üretme ve proje yapmakla geçirirler, diğerleri de bu üretilen yeni projeleri uygularlar. Usta-çırak şeklinde eğitirler. Ayrıca ne sadece öğrenim yapan meslek okulları vardır, ne de düz lise ve fakülteler vardır.

 

3- OKUMA-ÇALIŞMA

Bugün hatalı bir eğitim yapılmaktadır. Önce ilk yaşlarda okunmakta ve mezun olmaktadırlar. Sonra da mesleklere ayrılıp kimi uygulayıcı, kimi de öğretmen olmaktadırlar. Bu sistem yanlıştır. Bununla beraber lise ve üniversitelerin de olması gerekmektedir. Bunun için çocuklar 7 yaş ile 10 yaş arası üç yıl ocaklarında okuma-yazma öğrenimini görürler. Bunların öğretmenleri yaşlı büyük anne ve babalardır. Birer ana okulu mahiyetinde olan bu okuyllarda beşikteki çocuklarla on yaşına kadar çocuklar bir arada bulunurlar. 7 yaşından küçük çocuklar imtihana tâbi tutulmazlar. 7 ile 10 yaş arası çocuklar imtihan edilerek kendilerine ilmî dereceler verilir. 10 yaşından sonra bucak merkezlerinde il öğrenimi başlar. Burada aynı zamanda çocukların yapacakları iş yerleri kurulur. Öğretmenler bu iş yerlerinde çocukların ustaları olur. Bunlara üretim yaptırılır. Bu okullardaki işler ekonomik bakımından desteklenir.

  1. Bunların yapacakları işler için gerekli kredi yalnız bu okullara verilir. Başka işletmelere verilmez. Dolayısıyla büyüklerin rekabetinden korunurlar.
  2. Bunların işyerleri vakıf olarak tesis edilir, dolayısıyla ürtirken kira payından kurtulunmuş olur.
  3. Buralarda yalnız çocuklar değil, emekli olan büyük anneler ve büyük babalar, sakatlar da çalıştırılır. Dolayısıyla bunların bilgilerinden yararlanılır. Diğer işyerlerinde verilmeyen çalıştırma kredileri bunlara burada verilerek desteklenmiş olur. Yani faizsiz fazla kredi ile sübvanse edilir.
  4. Bunlardan vergi alınmaz. Böylece rekabet etmeleri sağlanır.

Görülüyor ki okullar mevcuttur. Ancak burada okuyan ve okutanlar çalışarak geçinmekte, okuyup öğretmektedirler. Vakıf olarak kendilerini finanse etmektedirler. Beşikten mezara kadar öğrenme ilkesi zedelenmiş olmuyor. Paralı öğretmen sistemi de kalkıyor. Çünkü o tür eğitim tamamen öğrenimi teorik hâle getirip işe yaramaz durumuna sokmaktadır.

 

4- DERECELENME:

a) -İCAZET

İnsanlar eşit ehliyete sahip değildirler. Hakları kullanmakta değişik derecelere sahiptirler. Dinde, ilimde, meslekte ve siyasette derecelenmeler vardır. Bu derecelenmenin esası temsil sistemidir. Temsil de ortak işlerde vekâlet alma demektir. Şûra halkın vekillerinden oluşur. Normal vekâletten sadece bir noktada fark vardır. O da vekil olmak için belli ehliyete sahip olmak gerekmektedir. Nasıl bugün herkes avukatlık yapamamaktadır, onun gibi İslâmiyet’te de herkes her yerde vekil olamamaktadır. Halkın vekâletini alabilmek için onu alacak ilmî, dinî, meslekî ve siyasî ehliyete sahip olmak gerekir. Ancak bu yetmez. Vekil olan kimsenin belli sayıdaki kişilerden vekâlet alması gerekir. Asgari müvekkil sayısı gerekmektedir. Bunlar temsilcilerdir. Temsilciler de kendilerine ortak bir vekil seçerler. Ortak vekil anlaşamadıkları yerde onların adına karar alır. İttifaken alınmış olur. Kişi topluluğu değiştirerek bu karara da uymayabilir. Başkanın temsilciden farkı, topluluğu terk etmedikçe onu değiştirme imkânınız yoktur. Hakemlerde ise kararlara uymama seçeneği yoktur.

Ehliyetler değişik sosyal kuruluşlarda değişiktir.

İlimde başlangıç, temel, ilk, yüksek ve üstün mertebeler vardır. Bunların amelî özellikleri şunlardır.

Başlangıç ehliyetliler yalnız gözetim önünde iş yapabilirler. Kendi başına ne işe başlayabilir, ne de sürdürebilirler. Temel ehliyetliler kendi başlarına işe başlayamazlar ama kendi başlarına işleri sürdürebilirler. İlk ehliyetli olanlar mezun oldukları işleri kendi başlarına işe başlayabilir ve sürdürebilirler. Temel ehliyetliler iş başlatabilirler. Nezaret etme eytkisini verebilirler. Orta ehliyetliler projeleri okuyabilirler. İşleri yapmaya izin verebilirler. Yüksek ehliyetliler proje yapabilirler. Üstün ehliyetliler proje yapma kurallarını koyarlar.

Bu ehliyetliler belirlenmelidir. Ehliyetli olanlarla ehliyetli olmayanlar arasında şu fark vardır.

Ehliyetlilerin yaptıkları işlerde hata yapmamaları asıldır. Hata yapıldığını iddia eden ispatlamak zorundadır. Ehliyetli olmayanlarda ise hata yapma asıldır. Hata yapanlar kendilerinin hata yapmadıklarını ispatlamak zorundadırlar.

Mü’minler bu ilmî ehliyetleri tesbit etmek zorundadırlar. Emaneti ehline veriniz emri bunu zorunlu kılar.

b) -SIRALAMA

İmtihanın temeli sıralamadır. Adaylar imtihan edenler tarafından sıralanır. Her adayın aldığı sıranın tersi alınır ve toplanırsa derece bulunur. Buna göre adaylar başarı sırasına göre sıralanır. İlk geeln belli sayıdaki kimselere ehliyet verilir. Bu sıralama temsilciler tarafından yapılır ve temsilcilerin oluşturdukları heyete yaptırılır. Adaylar kendi kendilerini de sıralayabilirler. Sıralamada takdir telif dereceleri yanında takdir dereceleri de ortaya çıkar.

 

c) -TEST

Test yazılı yapılır. Tercihli sorular sorulur, imtihana giren tercih ettiği şıkkı işaretler ve bunu da makine ile yapar. İmtihanda hile olmasın diye soru televizyonda veya internette sorulur. Herkes cevabını verir ve hemen derecesini o anda görür. Soruyu her imtihan yapan kendisi sorar. O anda sorulur. Soru mezheplere göre farklı cevap gerektiriyorsa, mezhebin adı ile sorulur. Soru soran cevabı yanlış kodlamışsa imtihan olanların hakemlere gitme yetkisi vardır. Hakemler soranı mahkum ederlerse o soru iptal edilmiş olur. O soru sorulmamış gibi imtihan olunur. Test imtihanında da muhakeme sorusu sorulabilir. Ancak basit hesaplarla sonuca varılmalıdır. Ders kitaplarında öğretilen kuralların kullanılması ile çözüm yapılmalıdır.

 

d) -BAŞARI

Uygulamanın sonunda elde edilen başarı ile de uygulayanlar veya projeyi üretenler derecelenirler. Bir ocak ve bucak projesini yaptı. Onun şer’î hükümlerini koydu. Bir bucak da bunu uyguladı. O bucağın başarısı, o projenin başarısı olacaktır.

Bir site için başarı kriterleri nelerdir?

  1. Bir bucağa göç edebilmek için o bucakta onu iskan edecek ev ve işyerinin olması gerekir. İşyeri o bucakta olmayabilir ama o bucağa ayrılmış ilçe merkezindeki işyerlerinden birinde kadrosu olmalıdır. İsteyen de her zaman bucaktan ayrılıp gidebilmelidir. Ayrılanlarla bucağa taşınmak isteyenlerin oranı o bucağın başarı derecesini gösterir. O bucağa gelmek isteyenlerin çokluğu o bucağı başarılı kılacaktır.
  2. Bucağın kapladığı arazi ile o ilçede çalışıp orada yaşayanları da başarılı yapar. İlçe içinde başarılı yapar. İlçenin toplam nüfusunun ilçe topraklarına bölümü de bucak için bir başarı notudur. Buna yoğunluk diyoruz.
  3. Başarı notundan biri de o bucağın parası olan buğday senedinin işçilik ücreti ile olan değeridir. Bunun anlamı şudur. Orada insan ne kadar az çalışarak bir kilo buğday üretebiliyor demektir. Yani, o bucak o kadar mamurdur demektir.
  4. Nihayet, ortalama ömür o bucağın başarılı olmasını sağlamaktadır. Bunu ölçmek de son derece kolaydır. Nüfusu o yıl ölenlere bölerseniz, o yılın ortalama ömrü oraya çıkar.

Bunun dışında başka başarı notları da vardır. İşlenen suçların azlığı, kişi başına kamu payı başarı notları arasındadır. Halkın rağbet etmesi başarı notudur. Herhangi bir hükmü ortaya koyarken onun başarı notunu da tesbit etmek gerekir. Aile müessesesini değerlendirirken;

  1. Evli olanların sayısı ile evli olmayanların sayısı arasındaki oran ailenin sağlamlığını gösterir.
  2. Evlilerin on beş yaşından küçük çocuk sayısı aile müessesesinin verimli çalıştığını gösterir.
  3. Boşanmaların azlığı o bucakta başarılı bir aile hukukunun oluşmakta olduğunu gösterir.
  4. Birlikte oturup birlikte yiyenlerin sayısı da başarılı aileyi temsil eder. Bu birlik ekonomik zaruretlerden oluşuyorsa başarılı sayılmaz. Bunun için kişi başına gelirleri yüksek olduğu hâlde birlikte oturuyorlarsa başarılı ailedir.

Başka ölçme değeri nisabdır. Nisab demek, taşınır mal varlıklarının aile başına miktarı demektir. Bunun orta değeri fakirlik-zenginlik sınırıdır. Her bucak için farklıdır. Altın değeri üzerinden ölçülür. Diğer taraftan kişi başına gelir de başka bir değerdir, yoksulluk sınırını gösterir. Bu da buğday değeri üzerinden ölçülür.

Görülüyor ki, birçok başarı notu vardır. Genel olarak bir bucakta hepsi birden başarıya doğru yönelir. Birim olarak bunlardan biri, mesela ortlama ömür seçilebilir.